3 Eylül 2010 Cuma

2010 Emmy Ödülleri


Bir hafta kadar geç kalmış bir yazı... Bu seneyi ortalama bir Altın Küre sunumu ve vasat diyebileceğimiz bir Oscar töreni izledik. Öncelikle Emmy bu iki organizasyondan da iyidi, gerek dizi oyuncularının daha eğlenceli tipler olması gerek müzikal şovlar; akşamı güzelleştiren unsurlardı.

Ödül töreninde olanlara gelirsek; benim anlamadığım şekilde her sene ödülleri toplayan Mad Men, nispeten daha az ödül alsa da Modern Family ile birlikte akşamın galipleri olmayı başardı. Breaking Bad'in baş rolü Bryan Cranston'ın ödül alması bekleniyordu ama yardımcı rolde Aaron Paul'e de ödül gelmesi en azından bana biraz sürpriz oldu. Big Bang Theory'nin yıldızı Jim Parsons'ın komedi dalında ödül alması dizinin hayranları tarafından sevinçle karşılandı haliyle, Alec Baldwin'in ödülü alamaması kanımca iyi oldu bu sene, zira Tina Fey gibi tekel haline getirmişti kategoriyi. Nurse Jackie karakteriyle daha önce Sopranos ile Emmy'e ulaşan Edie Falco bu sefer komedi dalında ödüle ulaşıyordu, ödülü aldığında söyledikleri ise hayli ilginçti: " Ben komik değilim ki! ". En iyi komedi dizisi,senaryosu gibi komedi dalında önemli ödülleri toplayan Modern Family'den sahnelerin kullanıldığı şov, akşamın en ilginç ve orjinal anlarındandı. Televizyon dizileri kısmında ise Temple Grandin adeta süpürdü. Claire Danes'in üstün performansı tahmin edilebilir olsa da film bu dalda en iyi baş rol erkek oyuncu ödülünü alan Al Pacino dışında rakiplerine şans tanımadı. Yapım bütçesiyle adını duyuran The Pacific ise irli ufaklı tonla teknik dalda ödüle uzanmayı bildi.

62. Emmy Ödüllerinin Tam Listesi:

Drama
En İyi Dizi: Mad Men
En İyi Erkek Oyuncu: Bryan Cranston, Breaking Bad
En İyi Kadın Oyuncu: Kyra Sedgwick, The Closer
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Aaron Paul, Breaking Bad
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Archie Panjabi, The Good Wife
En İyi Senaryo: Mad Men
En İyi Yönetmen: Steve Shill, Dexter (The Getaway)

Komedi
En İyi Dizi: Modern Family
En İyi Erkek Oyuncu: Jim Parsons, The Big Bang Theory
En İyi Kadın Oyuncu: Edie Falco, Nurse Jackie
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Jane Lynch, Glee
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Eric Stonestreet, Modern Family
En İyi Yönetmen: Ryan Murphy, Glee (Pilot)

TV Filmi Ve Mini Dizi
En İyi Mini Dizi: The Pacific
En İyi TV Filmi: Temple Grandin
En İyi Erkek Oyuncu: Al Pacino, You Don't Know Jack
En İyi Kadın Oyuuncu: Claire Danes, Temple Grandin
En İyi Yönetmen: Mick Jackson, Temple Grandin

Diğerleri
En İyi Variety Show: The Daily Show, Jon Stewart
En İyi Reality Show: Top Chef
En İyi Animasyon: Disney Prep & Landing



30 Ağustos 2010 Pazartesi

Kısa Kısa Dünya Basketbol Şampiyonası

Belki önemli yıldızlar yok, belki seyirci sayısı anlamında yeterli seviyede değil ama sonuçta ülkemizde yapılan çok önemli bir organizasyon bu... Bu kadar eksiye rağmen maçların kalitesi ise şaşırtıcı düzeyde. Gelin bakalım ilk iki günde neler olmuş...

A GRUBU

Çok büyük sürpriz olmazsa gruptan çıkacak dörtlü belli aslında. Ginobili'siz Arjantin, Almanya, Sırbistan, Avustralya; yüksek ihtimal gruptan çıkacak takımlar lakin mücadele farklı bir noktada devam ediyor: Sıralama mücadelesi... B grubundan gelmesi muhtemel takımların birbirinden iyi takımlar olduğunu düşünürsek A grubundaki takımlar en azından içlerinden en zayıfıyla eşleşmek isteyecektir. Almanya bu dört takım arasından vitesi artırmış tek takım olarak gözüküyor. Ama Arjantin grup birinciliğine en yakın takım...

B GRUBU

Bu gruptan gelecek 4 takım daha şimdiden belli. Bugünkü Slovenya - Hırvatistan maçı sonrası grup sıralaması iyice belli olacaktır ama değişmeyen tek şey ABD'nin 1.ciliği kaptırmayacağıdır. Amerika basının ABD'nin şuan ki turnuva takımına yedek takım muamelesi çekmesi, genç oyuncuları iyice gaza getirmiş gibi gözüküyor. Slovenya.'yı da Hırvatistan'ı da ezerek geçtiler. İlginçtir Billups'tan beklenen takım liderliğini, sayı kralı genç Kevin Durant üslenmiş gibi gözüküyor. Rudy Gay ve Eric Gordon ise sayı yükünü çeken diğer isimler.

C GRUBU

Yine hazırlık maçlarında kötü olmasına rağmen turnuvaya iyi başladı Türkiye. Fildişi Sahili belki ölçü değildi ama Rusya'nın kontrol altında tutularak geçilmesi çok önemliydi. Yunanistan maçı ise grup birincisini belirleyecek maç gibi duruyor. Yunanistan ilk maçında zorlansa da gruptan çıkacak isimler arasında banko yeri var. Rusya, Porto Riko, Çin, Fildişi Sahili ise kalan iki kişilik kontenjanı doldurmak isteyen takımlar...

D GRUBU

Fransa sürpriz yaparak başladı turnuvaya, eski şampiyonu; İspanyayı devirdiler. Litvanya bildiğimiz Litvanya, kendilerine has oyunlarını oynuyorlar. Bu üç takımın gruptan çıkması kesin gibiyken 4. takım olarak benim favorim Yeni Zelanda zira oyunları umut verici. İspanyanın ilk maçını kaybetmesi ise bizim grubu da ilgilendirir oldu. Kazara İspanya ile eşleşirsek hiç hoş olmaz.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Tek Bir Suçlu Yok!

Galatasarayda gerçekten zor günler yaşanıyor şu sıralar. Bu durumun günahını yükleyecek bir suçlu arıyor herkes. Gelin görün ki tek bir faktörün başını çektiği bir durum değil bu...

YÖNETİM SORUNSALI

Adnan Polat daha yazın başında taraftarlar tarafından aşırı derecede sevilen Haldun Üstünel'i bir tehdit unsuru olarak görmüş ve yönetimden tasfiye etmişti. Tüm transfer yönetiminin başına da kankası Adnan Sezgin'i getirmişti başkan Adnan. Sadece bu değildi camiadaki değişiklik. Üstünel'in gitmesiyle transfer vizyonu da değişti takımın. Genelde bonservisi elinde olan oyunculara yani kolaya yönelmeye başladı camianın transfer zihniyeti. Rakipleri -doğru ya da yanlış- transferlerini erkenden yapmaya başlamışlardı lakin Galatasaray yönetimi kime el atsa sonuç alamamıştı. Her ne kadar iyi oyuncu olsalar da doğru transfer olup olmadıkları tartışılabilir düzeyde olan iki isim; Lorik Cana ve Pablo Pino alınmıştı. Rjkaard'ın 4-3-3'üne uyacak bir orta saha transferi ise hala bir yılan hikayesi... Yönetimin tek çelişkisi transfer konularında değil tabi. Adnan Polat ne zaman basının karşısına geçse şöyle para getirecek böyle kar sağlayacak projelerimiz var diye bol keseden sıralıyordu niyetlerini. Ama unutuyordu ki Galatasaray taraftarı neredeyse bir asırdır takımının ekonomik ferahlığı olmasa da sevmiştir klübünü, onların öncelikleri çok başkadır; Galatasaray ruhu, dünya genelinde sportif başarı yakalama arzusu, sadece Türkiye başarılarıyla yetinmeme bunlar taraftarın saydığı, Adnan Polat'ın yavaştan sırt çevirdiği amaçlardır.

BÖLÜCÜ TARAFTAR SORUNSALI

Bir takım sezona kötü başlayabilir, bir yönetim hatalı kararlar alabilir ama taraftarın en azından daha eylül olmadan su koyuvermemesi lazım. Taraftarın tamamı değil benim bahsettiğim. Galatasaraylılığından şüphe ettiğim bir takım kişiler bunlar. Beşiktaş'ta Nihat'ı ıslıklayanlarla Ali Sami Yen önünde Bursanın şampiyonluğuna sevinenlerle zihniyet olarak aynı kişilerdir aslında bunlar. Bunlar gibi "güya" taraftarlar yüzünden morali zaten düşük olan takım maç içinde karanlığa sürüklenmekte. Her taraftarın sabrına ihtiyaç duyduğu bir dönemden geçiyor Galatasaray...

DEFANS HATTI VE TAKTİK SORUNSALI

Ne oyuncu tercihi, ne maç içindeki değişiklikler... Rjkaard'ın ciddi şekilde olumsuz eleştirileceği bir konu yok. Sakatlıklardan sonra hocanın elinde kalan kadro ve bu kadronun konsantresinin ne kadar olduğu belli, fazla bir kombinasyon şansınız kalmıyor zaten. Rjkaard'a sorulacak tek bir soru; bu kadar kadro anlamında sıkıntının olduğu bir dönemde yaratıcı orta saha oyuncusu ihtiyaçlı 4-3-3'e niye takılıp kaldığı ki bu da hocanın bileceği iş belki antrenmanlarda denemiş fakat tutmamış olabilir, dediğim gibi klişe olarak hemen hocaya suç atmamak lazım... Oyuncuların bir şekilde morali ve konsantresi bozulmuş dedik ama takımın bir bölgesi var ki sanki hepsinin akrabaları ölmüş de maça zorla çıkıyorlar. Evet tabi ki başını Servetin çektiği defans hattından bahsediyorum. Bütün yaz boyunca Rjkaard'ın göndermek istediği Servet, takımda kalacağını kendisi de beklemiyordu herhalde. Bu moralsizlikle Servet her zaman yaptığı hatalar repertuarına yenilerini ekleme kararı almış olacak ki çok ilginç hata örnekleri gösterdi şu 5 resmi maçlık kısımda. Sabrinin yokluğunda beke Ali Turan geçirildi ama oyuncu ne kadar istekli de olsa kendisinde bek hamuru ve oyun zihniyeti yok, bu bek zihniyetsizliği de Kewell'dan maksimum verim alınması için sağ açığa sürülen Arda'nın normalde şuursuz olan futbolunu daha da etkiliyor. İşin ilginci defans hattını normalde toparlayan iki isim olan Hakan Balta ve Neill'ın da kafa olarak hazır olmaması. Özellikle Balta hücum anlamında Kewell'a ayak uydurmaya başlasa da defans anlamında müthiş gerileme içinde... Tüm bu defans hattındaki olumsuzluklar maça kademelerin bozulmasına, basit adam kaçırmalara, yanlış pas seçimlerine neden olarak takımın oyunu defanstan kurmasına engel oluyor. Umarız en yakın sürede toparlanır defans en azından kafa olarak.

BALSIZLIK FAKTÖRÜ

Bazıları diyecektir Galatasaray kaleyi abluka altına aldığı dakikalarda bile organize olamıyor. Doğru olamıyor ama kadro öyle bir oyun seti kuracak yeterlilikte değil şu an. Bir Elano, bir Pino, bir Cana oyun sistemine yerleştikten sonra aynı sorun devam ederse bu eleştiriler yapılabilir. Demeye çalıştığım tüm bu sorunların yanında Galatasaraya bir balsızlık durumu da hakim. Son iki maça baktığınızda Galatasaray oyunu bir şekilde karşı sahaya yıktığında pozisyonlar gelmesine rağmen gerek becerisizlik olsun, gerek şanssızlık olsun, gerek ne derseniz deyin o olsun; top kale çizgisini geçmiyor. Son Bursa maçında buna Bursanın aşırı ballı olması ve hakem balsızlığı da eklenince oyuncularda moral namına bir şey kalmıyor açıkçası.

Sağlık ekibi, stadın gecikmesi, diğer branşlarda yaşanan sorunlarda ufaktan can sıkan diğer konular ama ne olursa olsun bir şekilde Galatasaray bu günleri atlatacaktır, hep atlatmıştır zaten...

20 Ağustos 2010 Cuma

Puslu Yönetmenler #1 : BRAD ANDERSON

Bazı yönetmenler vardır; popüler kültüre teslim olmaz, derinden sürdürür çalışmalarını. Bir tek haber bulmanız zordur onlarla ilgili ama filmlerinin de kendine has izleyicisi vardır. İşte bu yönetmenlerle ilgili yeni bir yazı dizisi bu... İlk konuk ise işlediği türlere farklı bir işlev getiren Brad Anderson...

Son yıllarda yaptığı gerilim filmlerinin aksine romantik-komedi ve drama türleriyle uzun metraja giriş yapmıştı Anderson. Next Stop Wonderland'te sinema bölümünü okuduğu Boston şehri eşliğinde garip bir doğru ilişki karmaşasını anlatıyordu yönetmen. Annesi ve yakın çevresi tarafından mutsuz olarak tanımlanan Erin'e yine aynı insanlardan değişmesi gerektiği öğütleri yağar durur. Sevgilisi Sean'dan ayrılan ve basit çapkın erkeklerin kendisinin dış güzelliğini çeşitli yollarla ele geçirme isteklerine karşı koymaya çalışan, hatta zaman zaman bu erkeklerle oynayan Erin, kişiliğinin kendisini yansıtıp yansıtmadığı konusunda bir iç çatışma yaşayacaktır. Erin, babasının kendisine yazdığı şiir kitabının tüyolarıyla hayatının yönünü belirleyecektir. Erin'in hikayesiyle eş zamanlı olarak Alan'ın hikayesini de görüyoruz. Alan, 35 yaşında bir tamircidir ama deniz biyoloğu olmak için okula gidip Boston akvaryumunda gönüllü çalışmaktadır. Film en başından beri Alan ile Erin'in hayatını zaman zaman birbirine kesiştirerek niyetini baştan belli ediyor. Yönetmenin amacı, hayatları ufak çizgilerle kesişen bu ikilinin ilişkisini göstermek değil, bu ikilinin tanışma sürecini; kader konusunu karakterler üzerinden sorgulayarak izleyiciye aktarmak...


İlk filminden olumlu eleştiriler alan yönetmen, doğru müzik seçimleriyle de bağımsız film severler tarafından beğenilmişti. Şahsi olarak yönetmenin en sevdiğim filmi, 2. filmi olan Happy Accidents... Bu sefer drama ve romantik-komedi türünün yanına görülmedik şekilde bilim kurguyu ekleyen Anderson; bu türlerin harmanını gerçekten de iyi yapmıştı. Filmlerine genellikle çok ön planda olmayan ama rüştünü ispatlamış aktrisleri koyan yönetmen, bu filminde de başrole benim Hollywood'un en yetenekli ve hoş bayanlarından dediğim Marisa Tomei'i koyuyordu. Anderson'ın ilk filmindeki Erin karakteriyle ilişkiler konusunda benzeyen Ruby, gönül işlerinde hiç bir zaman dikiş tutturamamış, hayatına çeki düzen vermek isteyen alelade bir kadın olarak karşımıza çıkıyor Happy Accidents'ta. Ruby'nin hayatı, Sam Deed adlı bir adamla tanışmasıyla yavaştan değişmeye başlıyor. Ruby Sam'den hoşlanıyordur ama Sam'de ki bir takım farklılıklar da gözüne çarpmaktadır. Filmin sürprizli gidişatı yüzünden konusundan ve içeriğinden bu kadar bahsetmek yeter. Brad Anderson ilk filminde bahsettiği konuların üzerinden gitmeye devam ediyordu bu filmiyle ama olabilecek en orjinal şekliyle...

İlk iki filminden sonra gerilim türüne geçiş yapmıştı Anderson. Sırasıyla Session 9, The Machinist ve Transsiberian filmleri gerilim sinemasının günümüzdeki en önemli filmlerinden oldular. Özellikle Session 9 ve Machinist konu benzerliği yönünden de yönetmenin içeriğe ne kadar hakim olduğunu gösteriyordu. Filmlerinde hep normal insanların hayatını anlatan yönetmen, bu sefer hayatın bir şekilde çelme taktığı insanları ele alıyordu. Belediye binasına çevrilecek olan akıl hastanesinin bakım-onarım işlerini bir şekilde almayı başaran grup, iş sırasında hem akıl hastanesiyle alakalı hem de kendileriyle alakalı sırları istemeseler de öğrenmek zorunda kalacaklardı. Gayet basit görünen bir konuyu bir kaç sinemasal numarayla ilgi çekici hale getiren yönetmen, iki-üç tane tür adına önemli sahnelere imza atmasına rağmen Session 9'ın kendisinin en zayıf filmi olarak değerlendirilmesine engel olamamıştı. Belki yönetmenin en zayıf filmiydi ama eleştirmenlerden olumlu eleştiriler almıştı ve yönetmenin gerilim sinemasına girişine iyi bir temel olmuştu Session 9. The Machinist ise sinema çevresince yönetmenin en çok sevilen filmi olmayı başardı. Psikolojik unsurları önceki filmindeki gibi bolca kullanan yönetmene rolü için büyük bir fedakarlıkla 30 küsur kilo veren Christian Bale'in ürküten performansı da eklenince vaat edildiği gibi " rahatsız " bir film ortaya çıkmıştı. Senaryonun ince ince işlenerek ilerlemesiyle izleyicinin ilgisi ayakta tutulmuş. Film kurgusunun sahip olduğu sürprizlerden ötürü içeriğe çok girmek istemiyorum ama şöyle söylenebilir, izleyeni ters-sinemasal ataklarıyla şaşırtacak bir film The Machinist...

Anderson son filmi içinde çok özel şeyler düşünmüştü. Çin'den Sibirya'yı yararak Rusya'ya varan Trans-Siberia ekspresi sadece kendi başına bir gerilim filmi malzemesi. Gerilim filmi için gayet elverişli olan bu konuyu işleyen Anderson olunca son yılların en klas gerilim filmlerinden biri ortaya çıkıyor haliyle. Ben Kingsley'nin artık üstüne yapışmış olan o ürkütücü kötü adam hali, filmde Emily Mortimer ve Woody Harrelson çiftinin karşılaştığı tek olumsuz şey değil elbette. Yan rollerdeki incelikli oyunculuklarda filmin geren atmosferine katkı sağlıyor... Bu üç gerilim filmiyle türün inceliklerini çözdükten sonra türe katkı yapmaya da başlayan yönetmen kariyerinin en dolu günlerini yaşıyor. 3'ü gerilim, 1'i müzikal olmak üzere 4 tane filminin prodüksiyonu sürüyor Anderson'ın. Gerilim filmlerine yönetmen arayan yapımcıların ilk başvurduğu yönetmenler arasına giren yönetmen, ilerleyen zamanlarda gizlendiği bağımsız film yönetmeni kimliğinden çıkarak daha büyük kitlelere hitap edeceğe benziyor.

Bir sonra ki köşede kalmış yönetmen konuğumuz: Paul Thomas Anderson...


15 Ağustos 2010 Pazar

Feist the Pure Lady

(500) Days of Summer geçen sene vizyona girdiğinde kaliteli oyuncu seçimleri, ilginç kurgu sistemi ve müzikleriyle romantizm ağırlıklı filmlere yeni bir soluk getirmişti. Bugün bahsedeceğim filmin o iyi müziklerine katkıda bulunan bir isim: Feist... Filmin soundtrack'leri sayesinde adını öğrendiğim isimlerden biri oldu Feist tıpkı Regina Spektor, Carla Bruni (Sarkozy'nin eşi), The Smiths'i farkettiğim gibi. Şimdiden söyleyeyim Feist ismi, Fayst şeklinde okunuyor, yeni bir Kuyt vakasına ( bkz. Köeöyt ) daha gerek yok...

90'ların ikinci yarısında müzik çalışmalarına başlayan Kanada doğumlu Feist, Toronto çevresindeki müzisyenlerin katkılarıyla oluşan Broken Social Scene'de kendini gösterme fırsatı buldu. Aynı sene yani 99'da ilk kişisel albümü olan Monarch'ı çıkardı. Kişisel dediğime bakmayın aslında Feist'ın arkasında çok enstrümanlı bir orkestra bulunuyor. Bu orkestra özellikle ilk albümde kendini hayli hissettiriyor. Her biri işinin ehli olduğu belli olan grup üyelerinin de katkılarıyla ilk olarak Kanada'da duyulmaya başlıyor Feist. İkinci albüm çalışmalarını ağırdan alarak gerçekleştiren Feist, 2004'te Let it Die ile ilk albümün izinden gidiyordu tarz olarak. Bu albümden sonra Amerika kıtasında turnelere başlayan isim, 2007'de The Reminder albümüyle adeta çığır açıyordu. Biraz daha hareketlenen müzikal yapısıyla Feist, Avrupa'da da hatırı sayılır bir hayran kitlesine sahip oluyordu.

Şarkıların arka planındaki farklı enstrüman ritmlerini sevenler Feist'ın ilk albümü Monarch kesinlikle dinlemeliler. Arkadaki ritmlerin hiç biri yadırganmamakla beraber bu dokunuşlar şarkının kimliğinin oluşumuna da büyük katkı sağlıyor. Özellikle keman ve klavye notaları her insanın sahip olmak isteyeceği müzikal bir huzur limanı yaratıyor. Bu albümden favori parçalarım: One Year A.D, Monarch, New Torch... Let it Die albümü de ilk albüm gibi arka plan müziklerine önem veriyor; tek farkı nispeten daha hareketli parçalar. Gatekeeper, Mushaboom, Inside and Out, Lonely Lonely ve When i Was a Young Girl şarkıları en çok dinlediklerim arasında. Feist'ın farklı bir tarz benimsediği The Reminder albümü, aynı müzikal yapıyı tempolaştırarak şarkıcıyı daha çok kişiye tanıtmayı amaçlıyor ki öyle de oluyor zaten. So Sorry, I Feel it All, Sea Lion Woman, My Moon My Man, 1234, Honey albümün en önemli şarkıları denebilir.

Feist şu sıralar müzik hayatına ara vermiş bulunuyor. Son yıllardaki ilgiden sıkılan sanatçı, kulaklığını takıp sadece müzik dinlediği günlere geri dönmek istediğini söylemişti. Güzel sanatçı ne zaman müziğe geri döner bilinmez ama umudumuz bir an önce dönmesi yönünde...


12 Ağustos 2010 Perşembe

Gossip Girl & Küçük Sırlar


Yakın zamanda Türk televizyonlarına düşen yeni bir dizi var: Küçük Sırlar... Yine yakın zamanda herkesin fark ettiği ufak bir detay var: O da, Küçük Sırların Türk insanını aptal yerine koyabilecek düzeyde bir Gossip Girl çakması olduğu...

O.C ve Chuck'ın yaratıcısı fırsatçı Josh Schwartz'ın eseri Gossip Girl, geçtiğimiz yıllarda özellikle genç Amerikalılar arasında tutmuş ve devam sezonları ilgiyle izlenen bir dizi olmuştu. Türkiye'de de hayli bir hayran kitlesi barındırıyor dizi. Aslında Türk insanı dizinin konusuna ve konseptine hiçte yabancı değil. Yeşilçamda işlendiğinde dalga geçtiğimiz bir konsepti, elin Amerikalısı yapınca " cool " diyerek izliyoruz diye düşünmüştüm diziyi ilk gördüğümde. New York'un o ünlü, sosyetik doğu yakasını anlatan dizinin ilk sezonlardaki olayı zengin kızıyla ona göre fakir sayılabilecek çocuğun arasında yaşananlar. ( New York'ta eli ayağı düzgün bir dairede yaşayana da direk fakir denmez o yüzden böle bir tabir kullandım ). Yan hikayelerde de zenginliğin getirdiği küstahlığı, savurganlığı Manhattan arka planlı işleyen dizi, karakterlerini de bu duruma göre oluşturuyor tabi ki. Karakterlerin tamamı ya birbirine tezgah kurup milleti alaşağı etmeye çalışan tipler ya da New York'un orta tabakasından zenginliğe terfi etmek isteyen kişilerden oluşuyor. Anlayacağınız dizi kah bunların aşklarıyla kah birbirilerine oynadıkları oyunlarla devam ediyor. Ama her ne hikmetse o kadar oyunlara rağmen arkadaş kalıyorlar. Gossip Girl bu ve buna benzer çelişkilerle devam ediyor. Ama şimdi bizim başımızda daha beter çelişkileri yaşayan bir dizi var yukarıda da belirttiğim üzere.

Millet olarak konuya yabancılık çekmediğimizi söylerken Gossip Girl'le ilgili ilk düşüncemi söylemiştim. Ama şimdi öyle bir dizi yapmış ki adamlar, diyorum Gossip Girl iyimiş be. Küçük Sırlar bizim yıllar öncesinden çok iyi bildiğimiz bir konuyu Gossip Girl'den kopyala-yapıştır yaparak büyük bir hataya düşüyor, gerçeği yansıtmıyor, yapmacık duruyor. Marlboro'nun tütününün Türkiyeden Amerikaya gönderilip sigaranın bize ithal olarak gelmesi gibi bir şey bu da. Dizinin inandırıcılığı o kadar düşük ki yer yer saçmalıklarına gülebilirsiniz. Amerika ile Türkiye arasındaki sosyo-kültürel düzeyin farkına varamamış dizi yapımcıları anlaşılan. Öyle ki liseye giden herkesin arabası var ve en düşük model BMW. Yine aynı lisedeki kızların alışverişi on milyarlar tutuyor. Bunun gibi ülkemizde ender bulunan imkanların sanki ülkenin yarısında bulunuyormuş gibi sunulması üzüntü verici ve düşündürücü. Aşk-ı Memnu'nun açtığı yolu daha da genişleterek ilerliyor Küçük Sırlar anlayacağınız. Dizinin eksileri sadece mantıksal yönden değil, o kadar çok teknik eksiklik var ki okul piyesinde olmaz böyle aksaklıklar.

İşin senaryo kısmı ise ayrı acı verici. Ülkemizde hiç mi yaratıcı adam yok da gidip dünyaca ünlü dizinin bölümlerini kopyala yapıştır yapıyorsunuz! Karakterler çok ufak detaylar dışında birebir aynı! Hatta başrol oyuncularının benzerliği şaşırtıcı düzeyde... Küçük Sırlar muhtemelen iyi bir reyting yakalayıp televizyon hayatına devam edecektir çünkü artık ülkemizin insanları da o " Amerikan Rüyasını " yaşamak istiyor, Amerikalıların o rüyayı ne kadar yaşadıklarını düşünürsek anlaşılan bizi zorlu bir kültür çatışması bekliyor olacak ilerleyen yıllarda...

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Bir Dönemin Başlangıcı: INCEPTION


Daha açıklandığında heyecanlanmıştık, konusunu duyup fragmanını gördüğümüzde ise tam anlamıyla kudurduk. Beklediğimiz oldu; iki haftalık gecikmeyle sinemalarımıza ulaştı Inception. Bu kadar heyecanlanmamızın en büyük sebebi yönetmen koltuğunda Christopher Nolan'ın olmasıydı tabi ki. Filmlerine senaryo anlamında da katkıda bulunan Christopher Nolan, daha çok kardeşi Jonathan Nolan'ın kaleminden destek alıyordu. Inception, Christopher Nolan'ın senaryosu direkt olarak kendisine ait olan 2. filmi. Böyle bir senaryonun 16 yaşında aklına geldiğini söyleyen Nolan Ustamız, 10 sene öncesine kadar bu fikri kağıda dökememiş. İlk uzun metrajlı filmini çektikten sonra Inception'ın senaryosuna çalışmaya başlasa da araya hep farklı işler girmiş. Bu nedenlerle, Nolan'ın " ilk aklıma düşen filmim " diyeceği Inception'ı tamamlaması 2010 yılını bulmuş.

Nolan, film şirketinin amblemini labirent şeklinde yaparken bunu düşüncesizce yapmamıştı tabi ki. Küçüklüğünden beri labirentlere ilgisi olan Nolan, ilk defa bu tutkusunu böyle bir düzeyde bir filminde kullanabilme imkanı bulmuştu. Gençliğinde insomnia rahatsızlığından muzdarip olan yönetmen bu yönünü yine bir filminde kullanmış, hatta filmin adını " Insomnia " koymuştu. Yani yönetmenin kendi hayatından parçaları filmlerine yansıtmasına alışık olduğumuzdan Inception'ın rüya sekanslarının mimari görüntüsünün nedenini anlıyoruz hemen. Sadece bunlar değil Nolan'ın Inception'da kullandıkları. Hayatı boyunca psikanaliz yöntemini ilginç bulan Nolan, kendi kurduğu rüya sisteminde bu yöntemi de kullanma fırsatını buluyor. Özellikle filmin ikinci kısmında, tıpkı Matrix'te ki gibi gerçeklik olgusunu da sorgulayan Nolan, realite ile ilgili tüm teorilerini Marion Cotillard'ın oynadığı Mal karakteri üzerinden veriyor. Inception'da rüya konusunda çok ilginç saptamalarda bulunan Nolan şöyle diyordu film çekimlerinde: " Rüyaların her zaman insanın asıl gerçekliği olduğunu düşünmüşümdür, bir fikir rüyanızda belirirse eğer onu unutmanız imkansızlaşır çünkü bilincinize yerleşmiştir o artık. " Bu fikri filmde repliklerine de yansıtan Nolan, yaşadığı süre boyunca rüyalar hakkında çok düşünmüşe benziyor.

Biraz da işin teknik kısımlarından bahsedelim. Nolan'ın Inception'ının bu kadar sükse yapmasının en büyük nedeni olağanüstü kurgusu. Zaten senaryo anlamında normal bir filmin 3-4 katı zorluğunda bir konuyu hatasız olarak aktarma çabası takdire şayan olan Nolan, yetmiyormuş gibi bir de " fikir ekme " görevi kısmındaki müthiş kurgu becerisiyle bizi nakavt ediyor. Film, sırf bahsettiğim " fikir ekme " kısmındaki kurguyu görmek için izlenmeli. " İyi filmlerin iyi müzikleri olur " sözünü adeta onaylayarak her el attığı filmi daha da güzelleştiren Hans Zimmer'in filmin atmosferine etkisi çok büyük. Hans Zimmer doğru tercih olmuş. Oyuncu seçimleri de dört dörtlük. Di Caprio ne kadar önemli bir oyuncu olduğunu son iki filmiyle göstermiş oluyor. Yine de Inception'ın en iyi performansını sergileyen isim; başarılı karakter oyunculuklarıyla ünlü Joseph Gordon Lewitt oluyor. Oyuncu Arthur rolüne tam anlamıyla yapışıyor ve Nolan'ın kalemiyle de son yılların en önemli dövüş sekansına imza atıyor... Tabi bu kadar olağanüstü işlerin arasında eksileri de yok değil Inception'ın. Fikir hırsızlığını anlattığı aşamada hızlı ve dil anlamında ağır diyaloglar kullanan Nolan, kardeşi Jonathan Nolan'ın usta diyaloglarını arar gibi olmuş. Özellikle karlı bölümlerde film; o süreye kadar yaşamadığı çelişkileri yaşıyor, bir kaç anlamsız diyaloglara giriyor, Ellen Page'in oynadığı Ariadne karakterini anlamsız kılıyor. Son bölümlerde ki CGI efektleri ise iyice kendini belli etmiş. Ama bu eksileri bu kadar ağır bir senaryo altında kabul edilebilir hatalar olarak sayabiliriz; tıpkı Matrix'in yaşadığı çekim hatalarında yaptığımız gibi...

Nolan filmini yine normal bir şekilde bitirmiyor ve insanlara yorum şansı tanıyor. Nolan'ın ustaca tercihi diyebiliriz buna. Fark ettiyseniz filmin konusundan direkt olarak bahsetmedim çünkü Inception o kadar basit bir film değil. Nolan zekasıyla bu kadar büyük bir senaryoyu öyle bir şekilde kotarmış ki her ayrıntısı filme bir şeyler katıyor. Bu yüzden ne yapın edin Inception'ı sinemada izleyin. Hatta sağlıklı bir okuma için ikinci izlenimde şart gibi duruyor. Di Caprio'nun oynadığı Cobb'un dediği gibi " En dayanıklı parazit nedir? Bakteri mi yoksa virüs mü? Hayır, bir fikir... " Nolan, Inception'ı birden çok kere izlememiz gerektiği fikrini beynimize " ekmişe " benziyor...

29 Temmuz 2010 Perşembe

Ulaşım Araçlarındaki Büyük Paradoks!

Ulaşım alanında yaşanan gelişmeler özellikle son 30 yılda yadsınamaz derecede. Özellikle Fransız ve Japonların ulaşım alanlarındaki çalışmaları muazzam. Tabi ki ulaşım sektöründeki bu gelişmeleri sadece ecnebiler kullanmıyor, memleketimizde onların çalışmalarını yavaştan ithal ediyor. En son Hollanda asıllı Metrobüs girdi hayatımıza. Metro hatları, metrobüsler, İETT'ler, minibüsler, tramvaylar... Kimi zaman arızalandılar, kimi zaman ölümlere neden oldular, kimi zaman ithal edildikleri fiyatlarıyla konuşuldular ama benim bahsedeceğim ulaşım araçlarının bu yönleri değil; çok daha gereksiz şeyler benim anlatacaklarım...

İlk olarak otobüsler ve bilimum minibüslerden başlamak istiyorum. Bu anlatacaklarımı üçden fazla ilin ulaşımında test ettiğim için genelleme yapacağım biraz şimdiden kusura kalmayın... Halk tarafından baya kullanıldıkları için hemen herkesin kendine göre bir hikayesi olmuştur ulaşım vasıtalarının içinde. Ama sürekli olan bir şey var ki -en azından benim ve çevremdekilerin başına sürekli gelen- artık dile getirmeden duramayacağım. İşiniz var veya bir yere gideceksiniz bindiniz bir minibüse yahut otobüse neyse oturdunuz ikili koltuğa yanınız boş şekilde. Duraklar geçtikçe araç doluyor, yerler birer birer kapılıyor. Genelde sizin yanınıza şöyle bir bakılıyor hemen vazgeçilip ters istikamete gidiliyor. Başlarda insanların rahat etmek istemesine veriyorsunuz çok takmıyorsunuz. Sonradan kaçınılmaz gerçek oluyor, genç bir kızımız ve yanında muhtemel annesi veya teyzesiyle biniyor otobüse. Yerlerin azlığından dolayı seçenekler kısıtlı ama ücretlerini ödemeye genç kızımızı yollayan teyzemiz çakallıkla bir yere oturuyor, tabi ki sizin yanınıza değil. Ücretleri veren genç kızımız döndüğünde kendisini zor bir durum bekliyor. Opsiyonlarını düşünmek için etrafa göz gezdiren kızımız, haliyle ilk olarak boş olan yanınıza bakıyor ama kafayı kaldırdığında size öyle bir bakıyor ki gözleri " senin yanına oturmamı mı bekliyordun pis veremli " diyor adeta. Bu ufak " gözlü " hakaretten sonra kızımız, biraz da ebeveyninin " boşver ayakta dur sen " telkiniyle dikiliyor inene kadar yine size tecavüzden 6 yıl yatmışsınız gibi bakarak. Otobüse binip yanınıza oturmayıp ayakta duran kişi sayısı çoğaldıkça daha bir bükülüyor boynunuz, daha bir eziliyorsunuz, genç kızımız haklı mı yoksa derken bile bulabiliyorsunuz kendinizi...

Metro ve metrobüslerde daha farklı durumlar mevcut. Örneğin; metrobüslerde otobüslerin aksine bir yer kapma savaşı vardır kalabalıktan ötürü. Birinin inmek için yerinden kalkması sonucu ayakta akraba olma derecesinde sıkışmış şekilde bekleyen kalabalıktan 3-4 kişi o yeri kapmak için birbirilerine Kurtlar Vadisi-Üç Silahşörler karışımı bir bakış atarlar. Muhtemelen koltuğa en yakın olan ve biraz yüzsüz olan kişi kapar yeri. Diğerleri de daha net bir pozisyon için beklemeye koyulurlar tekrardan. Metroda ise otobüslerde olan boş koltuğa oturmama durumu nispeten olsa da oradaki esas durum farklıdır. Metroda yaşanan garipliklerin ve kavgaların çoğu araca iniş-binişlerde tecrübe edilir. Yarış halinde olan insanların bu giriş-çıkışlarda kurallara uyması beklenmeyen durum tabi ki. Girişten sonraki " sandalye kapmaca " kısmı ise ayrı bir resital, oturup izlenmesi lazım... Hadi diyelim " sandalyeyi" kapmayı başardınız, bu sefer de anlamsız anlamsız bakma kısmı başlıyor. Metroların yeni dizaynı karşılıklı oturma yerleri şeklinde olduğu için insanlar göz temasından her türlü kaçınıyorlar, oturma yerlerinin arkasındaki camların ayna vasfı görerek bakış açısı sağlaması da dahil. Bu durumda, insanların " oturan zombi " gibi gözükmesine neden oluyor.

Aslında bunların dışında çok şey var değinilecek ama özeti bu konunun. Ulaşımda ne olursa olsun, canınızı sıkmayı çünkü bunlar herkesin başına gelebilir...

27 Temmuz 2010 Salı

Cop Out

Clerk serisinde yarattığı karakterlerle adını duyuran Kevin Smith'in sonraki yapımları merakla beklense de eleştirmenler tarafından pek olumlu karşılanmamıştı bu son filmleri. Dogma'da din konusuna, Zack and Miri Make A Porno'da ufaktan porno sektörüne el atan Smith, son filmi Cop Out da ise klişeleşmiş polis departmanı ve uyuşturucu satıcılarına kendi kamerasından bakıyor.

9 yıldır New York Polis Departmanında birlikte çalışan Paul ve Jimmy, bir uyuşturucu çetesinin izini bulurlar. Çeteyi ortaya çıkartmaya çalışırken işi batıran ikili, görevden bir aylığına ücretsiz şekilde uzaklaştırılırlar. Kızının düğünü için paraya ihtiyacı olan Jimmy, değerli beyzbol kartını satmaya karar verir fakat Paul ile dükkana gittiklerinde olaylar farklı bir şekilde gelişir, artık iş sadece beyzbol kartı değildir.

Die Hard filmlerinden bu tarz asi polis rollerine alışkın Bruce Willis'i Jimmy rolünde görünce hiçte şaşırmıyoruz fakat 30 Rock'ın siyahi yıldızı Tracy Morgan'dan böyle bir polis tiplemesini yönetmen Kevin Smith bile beklemiyordur kanımca. Birkaç zorlama ve anlamsız diyaloğunun dışında Paul karakterinin gevezeliği ve " boş adamlığı " gayet iyi verilmiş filmde Tracy Morgan'ın ilginç oyunculuğu ve Smith'in kalemi sayesinde. Boşboğaz iki polis rolünde ki Adam Brody ve Kevin Pollak ise sade ve akıllı oyunculuklarıyla filme derinlik katıyorlar. Kevin Smith'in fetiş oyuncularından Jason Lee'yi de filmde Jimmy'nin eski karısının küstah sevgilisi rolünde görmek mümkün. Paul ile birlikte filmin fütursuzluğunu sağlayan diğer önemli karakter ise Dave. İlk üç American Pie filminin Stifler'ı Sean William Scott'ın oynadığı Dave karakteri senaryoda çok önemli bir yer kaplamasa da filmin en önemli eğlence kaynaklarında biri olduğu kesin.

Cop Out eleştirmenlerden olumlu yorumlar almasa da özellikle birkaç orjinal sahnesiyle komedi türüne katkı sağlaması nedeniyle izlenebilir bir film. Özellikle yazları olan iyi film azlığında gayet memnun kalınabilir Cop Out'tan. Filmdeki diyalog açısından aşırıya kaçan sahneleri ise Kevin Smith'in marjinalliğine vermek lazım, tüm bunlar göz önüne alındığında komedi filmi arayanlar için doğru adres olabilir şu günlerde Cop Out...


Cop Out Trailer from Jason Arakacaryan on Vimeo.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Guiza Ağlamasın da Kim Ağlasın!


Tam iki sene öncesine gidelim. Evet, o zamanlar Fenerbahçe taraftarının keyfi yerindeydi zira önceki sezon La Liga'da " penaltısız " gol kralı olan Mallorca'lı Guiza ile anlaşılmış, hem de böyle bir gol kralı 17.4 Milyon Euro gibi " uygun " bir rakamla gelmişti. Şimdi şu yazıyı " oba ne güzel, Guizayı yerin dibine sokacak bir yazı daha " diye düşünenler kenara çekilsinler çünkü bu Guiza eleştirisi değil, bir golcünün yaşamaması gerekenler dizisi!

Guiza'nın Mallorca'da sadece ligde 27 gol atmasını iştah kabartıcı bulan Fener yönetimi, aradıkları golcünün Guiza olduğuna inanmışlardı bile. Fakat yönetimin hatası şu olmuştu ki; Guiza fırsatçı bir forvet değildi, hele hele servis yapan bir forvet hiç değildi. Guiza'nın attığı 27 gole bakın; ya Ibagaza ve Arango'nun getirdiği toplarla ceza sahası civarında yaptığı vuruşlarla yada kendi kabiliyeti olan ekstrem vuruşlarla yapmıştır bu golleri. Kaleciden dönen topu tamamlama, paralel paslarla bitirme gibi üst düzey bitiricilik yetenekleri en başından beri vasattır Guiza'nın. Kısacası Guiza, bir zamanların Ümit Karan'ı gibi eksantrik pozisyonların golcüsüdür; kolay pozisyonları, alda atları sevmez pek. Lakin yönetimin aradığı da tam olarak budur; Alex'in derinleme paslarını bitirebilecek bir oyuncu...

İlk sezon kendisinden beklenen " bitiriciliği " gösteremeyen Guiza üzerinde baskılar giderek artmış, hayatı boyunca bu kadar beklenti hissetmemiş ve sorumluluk almamış Guiza ise oyun sırasında daha tedirgin olmaya başlamıştı. 11 golle biten ilk sezondan sonra Guiza, üzerindeki kuşku bulutları sürse de ikinci sezonuna daha umutlu başlamıştı. Ama oruç sezonunu erken açan Guizaya yönelik eleştiriler ve şakalar giderek ağırlaşmış, tüm bunlar oyuncunun moralinin ve sinirlerinin giderek bozulmasına neden olmuştu. Fenerbahçe'nin Bursa'ya 3 - 2 yenildiği maçta oyundan çıkarken yuhalanması bardağı taşıran son damla olmuştu, gözyaşlarını daha fazla tutamamıştı Guiza. Maçtan sonra Fener taraftarının anlamsız bir geri dönüşü vardı. Sanki Guizayı yuhalayanlar Galatasaray taraftarıymış gibi " Guizalar ağlamasın, ağlatılmasın " kampanyalarına başlamıştı Fener taraftarı. Tabi içlerinden hala Guiza ile dalga geçiyorlardı ama son bir şans vermişlerdi ona artık. Guiza bu son şansı başlarda iyi değerlendirse de ligin sonunda " kazanıldığı zannedilen " sonrasında kaybedildiği anlaşılan şampiyonluğun gitmesinin en büyük unsuru olarak gösterildi. Daum ile yollar ayrıldığında Guiza'nın da gideceği belli olmuştu. Yeni patron Aykut Kocaman Guiza'yı kampa almayarak oyuncunun satış fermanını imzalamıştı.

Son olarak Kütahyalı bir " sivrizekalı " vatandaşımız televizyonlara " demeç " vererek Guiza'yı alan takıma Kütahya kaplıca bölgesindeki 12 dönümlük araziyi hibe edeceğini söyledi. Uyanık vatandaşımız sadece sevmediği bir takım olduğunu, Guiza o takıma gittiği takdirde arsayı vermeyeceğini de ekleyerek Guiza nereye gitse " ben bu takımı sevmiyordum yahu " diyebilme garantisini elinde tuttu. Sonuçta şu son yapılanlara kadar olayların büyük çoğunluğu Guiza'nın hakketmediği durumlara sürüklenmesine neden oldu. Umarım kendini evinde hissedebileceği Getafe'ye döner ve tekrardan gollerini sıralamaya başlar okçu.


19 Temmuz 2010 Pazartesi

Chandler Bing Sendromu ve Barney Stinson Durumu


Bazıları vardır; çekildikleri fotoğrafın anlamı onlardır, onlarsız o fotoğraf bir hiçtir. Duruşlarını bozmadan 2250 fotoğraf çekilebilme kapasitesine sahiptirler. Hiçbir şekilde yamuk- cücük veyahut ezik- büzük resimlerini bulamazsınız bu şahısların. Her resimleri bir doğa harikası olur, Facebook'ta en az 20 kişi tarafından beğenilir. Onlar kamerayı severler, kamera da onları. Özellikle Sony Ericsson Cybershot özelliği olan telefon kullanırlar. ( gerçi 45 derecelik pozlarıyla ünlü tiki, apaçi veyahut emo diye etiketlenen kişilerden sonra bu özelliklerinden soğumuşlardır. ) Fazla uzatmaya gerek yok; toplumda " fotojenik " diye tabir edilen bu duruma, ben " Barney Stinson Durumu " diyorum.

How I Met Your Mother izleyenler bilir; Barney esrarengiz bir şekilde hiç bir resimde kötü çıkmaz. Bende bu yüzden bu durumu böyle adlandırıyorum. İşin bir de çok daha farklı bir tarafı var. Bazıları da vardır; bulundukları resmin bütünlüğünü bozar, resimde diğer insanlardan ve objelerden aykırı dururlar. Resimlerde genellikle asimetrik bir şekilde poz verdikleri görülür, dolayısıyla poz verme istekleri bir faciaya dönüşebilir. Hayatlarında en fazla 20-25 tane " istekli " olarak fotoğraf çekilir, bilerek kamera özelliği zayıf olan telefonlardan alırlar.işte bende bu duruma " Chandler Bing Sendromu " diyorum. Friends'i izleyenler bu durumun Chandler'ın garip özelliklerinden biri olduğunu bilirler. Chandler hiçbir resimde doğru düzgün çıkmaz, üstte de görüldüğü gibi ağzı- gözü yamulmuş bir şekilde resmi bok eder. Ne yazık ki bende bu " sendrom "dan muzdaripim ancak birkaç tüyo ile bu mallıktan tamamen kurtulamasak da resimdeki özürlülük katsayımızı azaltabilmemizin yolları bulunmaktadır.
Nelerdir bunlar: Öncelikle kendini resim çekilmeye hazır hissetmiyorsan çekilme kardeşim, zorla mı! He illa bir tarafım kaşınıyor, rezil olmak istiyorum diyorsan bir de şunlar var; Asla poz verme... Evet, bu sendromu taşıyan kişilerde gözlemlediğim kadarıyla ( Bir tek kendi fotoğraflarıma baktım; gözlem bu ), poz vermeye çalışan sendromlu kişi kendini kastığı için vücudu bu kadar kasıntıya tepki vererek; saçma şekiller almaya başlıyor, o yüzdendir ki poz vermeyi unutun. Durum çok vahimse özürlü pozlar verin ki " bilerek yaptım bolumm " diyebilesiniz. Ama bana kalırsa yine de en iyi çözüm; mümkün mertebe resim çekilmemek, ben öyle yapıyorum.



18 Temmuz 2010 Pazar

The Cove: Küçük Bir Koy Ama...


Ntv sağolsun; çok merak ettiğim, 2010 En İyi Belgesel Oscar'ını almış The Cove'ı izleme şansına eriştik. Daha önceden de Japonların büyük balinalara yaptıklarını bildiğimden, yunusların konusunda olayın şuanda ne durumda olduğunu ayrıca merak ediyordum.

Filmin başında Taiji'deki yunus katliamını kanıtlamak için ekibin toplanmasını izliyoruz. Filmin ilk kısmında yürek burkan kısımlarından biri; 60'ların ünlü dizi serisi Flipper'ın yunus eğitmeni Richard O'Barry'nin Flipper'ı oynayan eğitimli yunuslardan birinin ellerinde intihar etmesini söylemesiydi. Okyanus veya büyük denizlerde yaşamaya alışkın yunusların ufak bir havuzda gösteri dünyasına sunulmasının; yunusların depresyona girmelerine neden olduğunu ve tüm bunların sonucunda yunusların intihar ettiklerini belirten O'Barry, " O zamanlar bu bilinçte olsaydım, her sene bir Porsche alacağıma; gösteri dünyasından birkaç yunus kurtarırdım " diyordu. Yani Taiji de sadece yunusların katledilmesi değil, yakalanan yunusların gösteri merkezlerine satılması da önemli bir sorundu.

Belgeselde; içlerinde Isabel Lucas ve Hayden Panettiere gibi ünlülerin bulunduğu bir sörfçü grubunun bu kale gibi savunulan Taiji koyunda olanları protesto amacıyla yaptıkları gösterinin fiziksel şiddetle savuşturulmaya çalışılmasının görüntülerini izleyenler, bunun biraz da duygu sömürüsüne kaçtığını söyleyebilirler çünkü kaba şiddet karşısında kameraya karşı ağlamaya başlayan Heroes yıldızı Panettiere gerçekten de pek yapmacık duruyor. Filmin eleştirilen noktalarından biri de Japonları baya bir suçla itham etmeleri ve " bunlarda her buldukları boku yiyorlar yav " tarzındaki Japonlara karşı duruşları idi. Gerçi filmin ilerleyen bölümünde bu hatalarından vazgeçip sadece konuyla ilgisi olan Japonlar üzerinden olayı devam ettirseler de ülkelerinde (bkz. Amerika ) o kadar dönen yunus gösteri şovlarına neredeyse hiç değinmemeleri de pek samimi durmuyor.

Filmin ilerleyen kısımlarında, film amacını hatırlıyor ve buna uygun hareket ediyor. Taiji koyuna çekime geldiklerinde belli bir alana kadar çekime izin veren Japon balıkçılar; sonradan yaptıklarının ortaya çıkmasından tırsarak baya sert bir önlem alıyorlar ekibe karşı. Bu aşamadan sonra işler illegal ilerlemeye başlıyor ki en acı görüntüler bu kısımda yakalanıyor. Gece bastığında gizlice koya giren ekip; termal kameralarla etrafı kolaçan ederken, dalgıçlar yunusların seslerini kaydetmek amacıyla alıcılarıyla dalıyorlar. Ayrıca gizli çekimler için kameralar kayalıklara kamufle şekilde yerleştiriliyor. Artık sadece beklemek gerekiyordu ki istedikleri görüntüler yavaş yavaş gelmeye başlıyordu bile. İşçiler kendi aralarında konuşurken bile " şu kadar yunus öldürdüm, yok balina eti böyleydi " gibi falsolu şekilde konuşuyorlardı ki ekibin işine gelmişti bunlar. Yunusların yakalandıkları o acı sahnelerden bahsetmek bile istemiyorum. Babam ve Oğlum bile yalan oluyordu bu görüntülerin yanında; insanın kalbi sızlıyordu.

Bir de yunus etinin satılma durumu vardı ki bu Japon halkı içinde vahim bir durum oluşturuyordu. Zira yunus deniz ekolojisinin en üst basamaklarında bulunduğu için bünyesinde normal memelilerden daha yoğun miktarda cıva bulunduruyordu. Bol cıvalı yunusların etleri, büyük mağazalarda sağlık onayı almış balina eti diye satılıyordu ki Japon halkının yunus eti yediklerinden en ufak haberleri yoktu. Belgeselin diğer bir olumlu yönü; sırf suçlama üzerine çalışmaması ve Japon balıkçılara da savunma hakkı vermesiydi. Lakin balıkçılar adına belgeselin sorularını yanıtlayan bilmem ne müdürü o kadar ezik kaldı ki sorular ve kanıtlar karşısında, belgesel tamamlandığında görevinden alınmıştı bile.

The Cove üstüne düşeni yapıyor ve insanlığın ilgisini biraz da olsa bu konuya çekiyor. Şahsi fikrim; iletişim anlamında insana bu kadar yakın olan bir türün bir nevi " soykırıma " kurban gitmesi, hem insanlık için yalnızlığa hem de okyanus için ekolojik dengesizliğe neden oluyor... O'Barry kapanışı şöyle yapıyor: " Ömrüm bitene kadar sadece bu işe odaklanacağım, bu ufak koydaki yunuslar kurtulana dek. Eğer bunu durduramazsak, bunu düzeltemezsek; daha büyük sorunları unutun, umut yok demektir. "

16 Temmuz 2010 Cuma

Az ama Öz: Dünya Kupası




Bir Dünya Kupası daha geçti gitti; akıllarda pek çok şey yer edindi. Peki neydi bu Dünya kupasını özel yapanlar...
  • Konfederasyon Kupasında ilk çıkışını yapan vuvuzela, asıl süksesini Dünya Kupasında yaptı. İlk maç olan G.Afrika - Meksika maçını televizyon karşısında izleyenler; maçın uluslararası bir terör saldırısına kurban gittiğini bile düşündüler çünkü bu veletin sesi gerçekten fenaydı. Turnuva ilerledikçe kulaklar vuvuzelaya alıştı,hatta vuvuzelayla ritm tutulmaya başlandı, yer yer vuvuzela Ömer Üründül'e tercih edildi.
  • Bundan yıllar sonra geriye dönüp baktığımızda turnuvanın en iyi ismi olarak aklımızda kalacak isim; ne İniesta olacak, ne Messi ne de Ronaldo. Bu kupanın asıl isimleri Diego Forlan ve Thomas Müller olacak. Öyle ki kardeşi bacaklarını kaybettiğinden beri hayır işlerini bırakmayan, hala daha ilk arabası olan Peugeot 206'yı kullanan, mütevazı golcü Forlan, bu turnuvayla birlikte uluslararası alanda hakkettiği takdiri ilk defa alıyordu kupanın oyuncusu seçilerek. Müller ise daha bundan bir sene önce Bayern Münih'in A takımına yeni çıkmış alelade yedeklerinden biriyken, Van Gaal'in verdiği şansları çok iyi kullanmış ve kendini Dünya Kupasına getirtmişti ama kimse ondan böyle bir performans beklemiyordu, takımda öyle yer etmişti ki onun oynayamadığı İspanya maçında takım hücum yönünden dağılmış, iş göremez hale gelmişti. Bu formuyla Müller turnuvanın gol kralı oldu. 21 yaşında olduğunu düşünürsek, Ronaldo'nun rekorunu geçebilecek bir kaç oyuncudan biri gibi gözüküyor.

  • Bu kupada taraftarlar daha bir heyecanlı, daha bir 'ateşli'ydi sanki. Paraguay taraftarı ve ülkesinde mankenlik yapan Larissa Riquelme başlattı bu taraftar kavramının değişimini. Daha sonra Paraguay'ı Almanlar, Brezilyalılar takip etti.
  • Dünya Kupasını kendi lehine çeviren sadece Larissa bacımız değildi elbet. Bir de iddaa uzmanı Ahtapot Paul çıktı başımıza. Ne kadar iyi niyetli bir hayvanda olsa tüm sonuçları bilmesiyle Türk gençlerinin içten içe gıpta ile baktığı ve kıskançlık beslediği bir mahlukat oldu. Ömrünün bitmesine yaklaşık bir sene kaldığının açıklanması, Bay Tahmin sunucusu Murat Özarı'da pis bir sırıtışa neden oldu.
  • Büyük hakem hataları, Almanya'nın İngiltere 66'nın rövanşını alması, Messi'nin ve C. Ronaldo'nun bekleneni verememesi, Klose'nin Ronaldo'ya 1 gol kala grip olması, İtalya ve Fransa'nın gruplardan çıkamaması, Platini'nin rahatsızlanması, Yeni Zelanda'nın turnuvanın namağlup tek takımı olması; bu Dünya Kupasının diğer önemli olaylarıydı.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Guti Hazretleri Beşiktaşta!

Beşiktaş uzun uğraşlar verdiği Guti transferini bitirdiğini ve oyuncuyla 2 yıllık sözleşme imzalandığını yine bok varmış gibi IMKB'ye bildirdi. Şaka bir yana hem Beşiktaş için hemde Türk futbolu için önemli bir transfer olduğunu düşünüyorum. Öyle ki bence Quaresma'dan daha 'anlamlı' bir transfer gibi duruyor. Gerçi şimdi Beşiktaş'ı bekleyen bir sorun var: Formda olan Delgado'ya ne olacak?

Hadi Tabata satılır diyelim ama özellikle kamptaki performansıyla Delgado, kendini Schuster'e kabul ettirmiş gibi gözüküyordu. Bakalım yönetim bu konuda ve böyle giderse rakam olarak 20'yi bulacağını düşündüğüm yabancı sayısı sorununda nasıl bir karar alacak. Zapo, Fink, Tello yolcu; Tabata ve Holosko da namlunun ucunda gibi. Bakalım ilerleyen günler Beşiktaş adına neler sunacak bize...

Honey, Get Up Now!

Kariyerinin başlarında ufak çapta aile dizilerinin yönetmenliğini yapan Shawn Levy, daha sonraları ikinci sınıf aile komedi filmlerine geçiş yapmış, yıllar ilerledikçe seviyesini düzeltmiş, en son olarak Night at the Museum serisine imza atmıştı ki Date Night gibi asıl sıçramasını yapabileceği bir şans yakalamıştı. Shawn Levy'nin en büyük şansı, Office'in yıldızı Steve Carell ve 30 Rock'ın yaratıcısı Tina Fey gibi komedi ustalarının başrollerde olmalarıydı. Sadece bu iki yıldız değil, oyuncu kadrosu açısından son yılların en önemli kadrolarından birine sahip film. Örneğin bu tarz filmlerin adamı Mark Ruffalo bile iki dakika ya var ya yok filmde. Mark Wahlberg, James Franco, Mila Kunis, Taraji Henson, Ray Liotta, William Fichtner, Leighton Meester, Common da filmdeki diğer önemli isimlerden. Film için bu isimlerin olmasından çok bu isimlerin rolleri için doğru seçilmesi çok önemli. Oyuncular, filmdeki rollerinin az ama öz olduğunun bilincine vardıkları için gayet olumlu performans sergilemişler.

Orta yaşlarında olan, klasik bir evli çift görüntüsü veren Phil ve Claire Foster çifti; en yakın arkadaşlarının boşanacaklarını duymalarından sonra bunun kendi başlarına da gelmemesi için evliliklerine heyecan katmaya karar verirler. Bunun için şehirdeki lüks restaurantlardan birine gittiklerinde yer olmadığını görürler, barda sırada beklerlerken başkalarının rezervasyonunu alırlar ve olaylar bu dakikadan sonra iyice farklı bir noktaya gelir.

Filmin başından itibaren Tina Fey ve Steve Carell ikilisi birbiriyle o kadar bağlantılı oynuyorlar ki biri bunlar gerçek hayatlarında da evli dese çok rahat inanırız. Phil'in tertipsizliğinin, plansızlığının anlatıldığı o minik sahnelerden tutunda Claire'in kontrolcü kişiliğinin gösterildiği sahnelere; filmde en ufak gereksiz sahne bulunmuyor. Sahnelerin tamamı karakterlerin gelişimlerini gösterme ve filmin devamını sağlama amacı taşıyor. Başta da dediğim gibi yan rollerdeki oyuncuların usta katkılarıyla komedi anlamında gerçekten iyi bir film oluşmuş. Nasıl güldüreceğini bilen bu iki isimden de daha azı beklenemezdi zaten.
Filmin yönetmeni ve kamera arkası ekibi gerçekten de başarılılar filmde. Senaryo da izleyeni filmde tutuyor, devamını öğrenme isteği uyandırıyor. Diyaloglar da bu ikiliye uygun yazılmış. Şu yaz aylarında komedi filmi bulamayanların, ezelden beri iyi komedi filmi sevenlerin, türe ısınmak isteyenlerin görmesi gereken bir film Date Night. Aşağıda fragmanını da bulabileceğiniz filmin; özellikle Steve Carell odaklı sahnelerine dikkat etmenizi öneririm. Tina Fey'in de filmin sonlarındaki sahneleri çoğu kişiyi şaşırtacağa benziyor.Şimdiden iyi seyirler...

13 Temmuz 2010 Salı

Usta, Buraya Bol Klişeli Çek Bir Tane!

Şu yaz ' gerçekten ' sinema açısından kurak geçiyor. Christopher Nolan'ın Inception'ı çıkana kadar özgün bir film ile karşılaşmamız zor gözüküyor. Ülkemizde ' Twilight kızlarının ' etkisiyle salonlar bu tarz filmlere verilmekte, özellikle bağımsız yapımlar bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda salonda gösterime girmekte; birçoğu ise bu şansı yakalayamayarak ülkemizi es geçmektedir şu yaz aylarında. Nese bu ayrı bir yazı konusu. Bende bu sıkıntıda bari Torrentten film indireyim kendime geleyim diyerek açtım Torrente yeni düşen filmleri. Losers'ın DC Comics çizgi romanlarından biri olduğunu duymuştum zira çizgi romandan çevrim filmlere kişisel olarak bir ilgim vardır özellikle iyi bir çevrimse tadından yenmez. Nese Losers'ı görünce indireyim dedim, belki Iron Man'in ilk filmi gibi şaşırtır dedim, Avatardaki Mavi Na'vi görüntüsüyle bile kendine hayran kitlesi yaratan Zoe Saldana var dedim, eğer uygun bir rol verildiği takdirde rolünü layıkıyla yapabilen bir Chris Evans var dedim, filmi izlemek için dedim de dedim ama bileydim filmi Sylvain White adlı mahlukatın yönettiğini, bileydim böyle kötü bir senaryo grubu olduğunu izler miydim hiç...

Filmin olayına girersem; Bolivya'da ayrıntısını pek bilmedikleri bir göreve gönderilen Özel Tim Ekibi, bir şekilde ihanete uğrarlar ve kendilerini öldü göstermek zorunda kalırlar. Bolivya'da normal bir hayata alışma süreçlerinde ise kendi hesapları olan bir kadın; onları ülkelerine geri döndürebileceğini, isimlerini aklamalarına yardım edeceğini söyler, üstelik düşmanları da ortaktır ve kadının ekibe karşı tek şartı; bu düşmanın her ne olursa olsun öldürülmesidir, bla bla bla... Spoiler'ı çok sevmediğim için bende dikkatli olmaya çalıştım ama en heyecan kaçırmadan anlatabildiğim şekli budur filmin. Filmin işlenişine, oyunculuklara falan gelirsek: Bir kez hikayeyi 13 yaşında bir çocuk yazdı deseler inanabilirdim, otuzuncu dakikadan itibaren olayların gelişim aşamalarını o kadar kolay tahmin edebiliyorsunuz ki filmi 'prestij' için izliyorsunuz. Yönetmenin o yerli yersiz her sekansa koyduğu ağır çekim sahnelerden bahsetmek bile istemezdim, o kadar abartmış; sadece bir sahnede uyumlu olmuş bu tercih. Görüntü yönetmeni ve grafikerler en azından ev ödevlerine senaristlerden ve yönetmenden daha çok çalışmışlar, filmin başındaki büyük patlama sahnesi dışında efektler iyi kotarılmış denebilir. Oyuncular içinde ise genelde bir zoraki oynamışlık, bir sıkkınlık mevcut. Özellikle başroldeki Jeffrey Dean Morgan rolüne öyle uymamış ki filmin kalan tüm heyecanını da o alıp götürüyor. Silah tuttuğunda bile 'hadi be o adam silah taşır mı bolum' diyaloğuna giriyorsunuz kendi kendinize. Chris Evans'ın absürd durumlardaki duruş yeteneği bir sahne dışında vasıfsızca kullanılsa da empati kurabileceğimiz karakterlerden biri ve muhtemelen teki bu patavatsız kardeşimiz. Zoe Saldana ise kendisine denileni yapıyor, filmdeki östrojen varlığının tek kaynağı olmak gibi önemli bir görevi üslenmeye kalktığı dakikalarda sanki koltuk altı kıllarını görür gibi olsakta çok üstelemiyoruz kendisini zira her türlü 'tam' bir film olmadığının farkındayız karşımızdakinin. Kötü adam karakterini oynayan abimizin ise oyunculuk adına öle aman aman bir falsosu gözükmüyor filmde lakin yine onun gaddarlığının falan gösterildiği bazı sahneler çok gereksiz ve gerçeklikten uzak bir şekilde yazılmış; her türlü senaristler ve yazım ekibi patlıyor yine.

Filmin sonundan anlıyoruz ki yüksek ihtimal devam filmi gelecek. Eğer çok büyük bir değişiklik olmazsa- özellikle yönetmen koltuğunda - film yine Amerikan askerinin asil kurtarıcılığını savunacak, yine hikayelerde klişeler barındıracak, yine filmi tamamen slow - motion izleyeceğiz ve yine başroldeki; kahvede can sıkıntısından okeye sarmış amcalarımız gibi gezen elemana tahammül edeceğiz. Tabi filmi izlersek eğer... Filmin fragmanı ise şaşırtıcı şekilde eğlenceli onu da aşağıda bulabilirsiniz.


12 Temmuz 2010 Pazartesi

İspanyolca Küfür Kursuna Yazılacam Lan!

Maç başlamadan önce İspanya fanatiği babam, İspanya yanlısı amcam ve İspanya antisempatizanı ben; oturmuş yine maçla ilgili konuşuyoruz. Maçla ilgili başlayan muhabbet, son zamanlarda hep olduğu gibi Ahtapot Paul'ün " insanüstü " iddaa yeteniğine geliyor, Ben " hay bu ahtapotun, Almanlar İspanya yenilgisinden sonra salata yapsalardı da kurtulsaydık şu münafık hayvandan " diyemeden maçın ilerleyen dakikalarında çok küfrümü yiyecek Howard Webb tarafından başlama düdüğü geliyordu karşılaşmanın. İlk dakikalarda Hollanda İspanya karşısında önde baskı yaparak topun Xavi, İniesta ve daha da önemlisi Villa'ya ulaşmasını engellemeye çalışıyordu. Başlarda bu baskı nizami ölçülerdeyken, biraz da Howard Webb'in " Otoritemi koyarım, şımarıklığa gelemem " tavrından dolayı bu baskı sert hareketlere ve sarı kartlara dönüşmüştü. Zaten doğuştan sertliğe, kavgaya, güreşe hazır Ramos ve Puyol da sarı kartlılar konvoyuna kaynak yapmakta zorlanmadılar. 28'de De Jong, Rüştü'nün İngiltere maçında Kieron Dyer'a yaptığı " tekvandolik " müdahalenin bir benzerini Xabi Alonso üzerinde denemesiyle, Güney Afrikadan ihraç edilmesi gerekirken sarı kart ile yırtmış ama sarı kartın " ağır bir karar " olduğunu düşünmüş olacak ki hakeme yoğun itirazlarda bulunmuştu bile. Maç, uyluk kemiklerinin vuvuzeladan bile acı verici kırılma sesleriyle devam ederken Hollanda baskıyı artırıp Casillas'ı zorlamaya başlamıştı bile. İspanyanın yardımına ilk yarının bitiş düdüğü geliyor ve sarı bir ilk yarıyı geride bırakıyorduk. İlk yarının sona ermesiyle maçtaki gergin hava bizim oturma odasına sıçramış, hırçın Hollandalıları babama ve amcama karşı tek başıma savunamayacağımı bildiğimden, hemen odadaki havayı dağıtacak bir hamlede bulunmam gerekmişti. Orta yaşlarının sonlarındaki her erkek gibi onlarında zaafları belliydi: Bilimum Belgesel... Hemen kumandayı kapıp Ntv yeşil ekranı açtım, evet tahmin ettiğim gibi belgesel vardı ve odadaki ortam düzelmeye başlamıştı babam ve amcamın balıkları avlamak için Turan taktiğinin balıklar alemindeki versiyonunu uygulayan yunusları gördüklerinde ama normal bir belgeselden de farklıydı bu çünkü Ramiz dayımızın sesiyle yunuslar gözümde daha bir mafya, kurban balıklarda daha bir mağdur gözükmüşlerdi gözüme. Neyse ki bizimkiler Tuncel Kurtiz'in hiçbir kelimeyle tanımlanamayan sesini yadırgamamışlar ve ikinci yarı için gerekli sakinliğe ulaşmışlardı. Lakin Hollandalı oyuncular soyunma odasında Fight Club'ı özet halinde izlemiş olacaklar ki ikinci yarıda aynı çıtırtılarla başlamıştı. Kafasına darbe aldıktan sonra Saydekvari
hareketlerde bulunan Pique'nin hatası ile topla buluşan Robben, İspanya'ya karşı bu kadar müsait bir pozisyon kazanmanın gerçekliğine inanamamış olacak ki topu Casillas'ın bacaklarına nişanlıyordu. Hollanda'nın maçı kazanabilecek potansiyele sahip olduğunun farkına varan Del Bosque, günün etkisiz ismi Pedro'yu çıkartıp yerine turnuva boyunca kenarda hoplayıp zıplayıp takımın hiperaktiflik görevini üslenen Jesus Navas'ı sokuyordu. Bu tercih takımın sağ tarafına canlılık getirmiş, Hollanda'nın baskısının kırılmasına neden olmuştu. Navas'ın ortasında mallığı tutan Heitinga topu ıskalamış ve önünde kalan topla ne yapsam diye düşünen Villa, topu kale yerine seyircilere yollamıştı maçın son çeyreğine girildiğinde. Maçın sonlarına doğru Ramos bomboş pozisyonda kafayı yanlış yere vuruyor, karşılaşmanın uzatmalara gideceğinin sinyalini veriyordu bu dakikalarda. İniesta fırsat bu fırsat, hazır oyun rölantideyken başlayayım ben çirkefliklerime diyerek mümkün mertebe ikili mücadeleler sırasında kendini yere atarak hem Howard Webb'i kandırmayı başarmış, hem de maçı televizyon karşısından izleyen yılların hakem aldatıcısı Serhat Akın'ın bile takdirini kazanmıştı maçın son düdüğü çalarken. Uzatmalara İspanya etkili başlamış, arada futbol oynamayı da ihmal etmeyen İniesta'nın araya güzel pasıyla topla buluşan Fabregas, Robben'e
misilleme yaparak o da kalecinin ayaklarına yollamıştı topu. Hollanda'nın bocaladığı anlarda, serbest vuruştan gelen topa boşa çıkan Casillas, arkasına baktığında Mathijsen'in topu auta attığını görüyordu. Birinci uzatma devresinin sonunda hızla ceza sahasına giren İniesta Bronchorst'un müdahalesiyle golden oluyordu. İkinci uzatma devresi ise İniesta'nın her yönden " azıttığı " devre oluyordu. İlk olarak sarı kartlı Heitinga'ya kırmızı kartı aldıran, bu hareketiyle çok sayıda futbolseverin küfrünü aldığını düşündüğüm İniesta, afallamış Hollanda'ya son darbeyi de kendi vuruyor, adeta Dünya Kupasını da bir tarafına sokmayı garantiliyordu. Son düdük çaldığında ben İspanyolca küfür bulmak için Google Translate'e girerken, babam sonunda az da olsa İspanyolların şereflerinden biraz yoksun olduklarını kabul ediyor, amcam ise Ahtapot Paul'ün iddaasının yine tutmasına mutlu olmuş gibi gözüküyordu. Kabul etmek gerek öyle yada böyle İspanya Dünya şampiyonu olmuştu ama son sözüm şu olacaktı: Perra İniesta...