29 Temmuz 2010 Perşembe

Ulaşım Araçlarındaki Büyük Paradoks!

Ulaşım alanında yaşanan gelişmeler özellikle son 30 yılda yadsınamaz derecede. Özellikle Fransız ve Japonların ulaşım alanlarındaki çalışmaları muazzam. Tabi ki ulaşım sektöründeki bu gelişmeleri sadece ecnebiler kullanmıyor, memleketimizde onların çalışmalarını yavaştan ithal ediyor. En son Hollanda asıllı Metrobüs girdi hayatımıza. Metro hatları, metrobüsler, İETT'ler, minibüsler, tramvaylar... Kimi zaman arızalandılar, kimi zaman ölümlere neden oldular, kimi zaman ithal edildikleri fiyatlarıyla konuşuldular ama benim bahsedeceğim ulaşım araçlarının bu yönleri değil; çok daha gereksiz şeyler benim anlatacaklarım...

İlk olarak otobüsler ve bilimum minibüslerden başlamak istiyorum. Bu anlatacaklarımı üçden fazla ilin ulaşımında test ettiğim için genelleme yapacağım biraz şimdiden kusura kalmayın... Halk tarafından baya kullanıldıkları için hemen herkesin kendine göre bir hikayesi olmuştur ulaşım vasıtalarının içinde. Ama sürekli olan bir şey var ki -en azından benim ve çevremdekilerin başına sürekli gelen- artık dile getirmeden duramayacağım. İşiniz var veya bir yere gideceksiniz bindiniz bir minibüse yahut otobüse neyse oturdunuz ikili koltuğa yanınız boş şekilde. Duraklar geçtikçe araç doluyor, yerler birer birer kapılıyor. Genelde sizin yanınıza şöyle bir bakılıyor hemen vazgeçilip ters istikamete gidiliyor. Başlarda insanların rahat etmek istemesine veriyorsunuz çok takmıyorsunuz. Sonradan kaçınılmaz gerçek oluyor, genç bir kızımız ve yanında muhtemel annesi veya teyzesiyle biniyor otobüse. Yerlerin azlığından dolayı seçenekler kısıtlı ama ücretlerini ödemeye genç kızımızı yollayan teyzemiz çakallıkla bir yere oturuyor, tabi ki sizin yanınıza değil. Ücretleri veren genç kızımız döndüğünde kendisini zor bir durum bekliyor. Opsiyonlarını düşünmek için etrafa göz gezdiren kızımız, haliyle ilk olarak boş olan yanınıza bakıyor ama kafayı kaldırdığında size öyle bir bakıyor ki gözleri " senin yanına oturmamı mı bekliyordun pis veremli " diyor adeta. Bu ufak " gözlü " hakaretten sonra kızımız, biraz da ebeveyninin " boşver ayakta dur sen " telkiniyle dikiliyor inene kadar yine size tecavüzden 6 yıl yatmışsınız gibi bakarak. Otobüse binip yanınıza oturmayıp ayakta duran kişi sayısı çoğaldıkça daha bir bükülüyor boynunuz, daha bir eziliyorsunuz, genç kızımız haklı mı yoksa derken bile bulabiliyorsunuz kendinizi...

Metro ve metrobüslerde daha farklı durumlar mevcut. Örneğin; metrobüslerde otobüslerin aksine bir yer kapma savaşı vardır kalabalıktan ötürü. Birinin inmek için yerinden kalkması sonucu ayakta akraba olma derecesinde sıkışmış şekilde bekleyen kalabalıktan 3-4 kişi o yeri kapmak için birbirilerine Kurtlar Vadisi-Üç Silahşörler karışımı bir bakış atarlar. Muhtemelen koltuğa en yakın olan ve biraz yüzsüz olan kişi kapar yeri. Diğerleri de daha net bir pozisyon için beklemeye koyulurlar tekrardan. Metroda ise otobüslerde olan boş koltuğa oturmama durumu nispeten olsa da oradaki esas durum farklıdır. Metroda yaşanan garipliklerin ve kavgaların çoğu araca iniş-binişlerde tecrübe edilir. Yarış halinde olan insanların bu giriş-çıkışlarda kurallara uyması beklenmeyen durum tabi ki. Girişten sonraki " sandalye kapmaca " kısmı ise ayrı bir resital, oturup izlenmesi lazım... Hadi diyelim " sandalyeyi" kapmayı başardınız, bu sefer de anlamsız anlamsız bakma kısmı başlıyor. Metroların yeni dizaynı karşılıklı oturma yerleri şeklinde olduğu için insanlar göz temasından her türlü kaçınıyorlar, oturma yerlerinin arkasındaki camların ayna vasfı görerek bakış açısı sağlaması da dahil. Bu durumda, insanların " oturan zombi " gibi gözükmesine neden oluyor.

Aslında bunların dışında çok şey var değinilecek ama özeti bu konunun. Ulaşımda ne olursa olsun, canınızı sıkmayı çünkü bunlar herkesin başına gelebilir...

27 Temmuz 2010 Salı

Cop Out

Clerk serisinde yarattığı karakterlerle adını duyuran Kevin Smith'in sonraki yapımları merakla beklense de eleştirmenler tarafından pek olumlu karşılanmamıştı bu son filmleri. Dogma'da din konusuna, Zack and Miri Make A Porno'da ufaktan porno sektörüne el atan Smith, son filmi Cop Out da ise klişeleşmiş polis departmanı ve uyuşturucu satıcılarına kendi kamerasından bakıyor.

9 yıldır New York Polis Departmanında birlikte çalışan Paul ve Jimmy, bir uyuşturucu çetesinin izini bulurlar. Çeteyi ortaya çıkartmaya çalışırken işi batıran ikili, görevden bir aylığına ücretsiz şekilde uzaklaştırılırlar. Kızının düğünü için paraya ihtiyacı olan Jimmy, değerli beyzbol kartını satmaya karar verir fakat Paul ile dükkana gittiklerinde olaylar farklı bir şekilde gelişir, artık iş sadece beyzbol kartı değildir.

Die Hard filmlerinden bu tarz asi polis rollerine alışkın Bruce Willis'i Jimmy rolünde görünce hiçte şaşırmıyoruz fakat 30 Rock'ın siyahi yıldızı Tracy Morgan'dan böyle bir polis tiplemesini yönetmen Kevin Smith bile beklemiyordur kanımca. Birkaç zorlama ve anlamsız diyaloğunun dışında Paul karakterinin gevezeliği ve " boş adamlığı " gayet iyi verilmiş filmde Tracy Morgan'ın ilginç oyunculuğu ve Smith'in kalemi sayesinde. Boşboğaz iki polis rolünde ki Adam Brody ve Kevin Pollak ise sade ve akıllı oyunculuklarıyla filme derinlik katıyorlar. Kevin Smith'in fetiş oyuncularından Jason Lee'yi de filmde Jimmy'nin eski karısının küstah sevgilisi rolünde görmek mümkün. Paul ile birlikte filmin fütursuzluğunu sağlayan diğer önemli karakter ise Dave. İlk üç American Pie filminin Stifler'ı Sean William Scott'ın oynadığı Dave karakteri senaryoda çok önemli bir yer kaplamasa da filmin en önemli eğlence kaynaklarında biri olduğu kesin.

Cop Out eleştirmenlerden olumlu yorumlar almasa da özellikle birkaç orjinal sahnesiyle komedi türüne katkı sağlaması nedeniyle izlenebilir bir film. Özellikle yazları olan iyi film azlığında gayet memnun kalınabilir Cop Out'tan. Filmdeki diyalog açısından aşırıya kaçan sahneleri ise Kevin Smith'in marjinalliğine vermek lazım, tüm bunlar göz önüne alındığında komedi filmi arayanlar için doğru adres olabilir şu günlerde Cop Out...


Cop Out Trailer from Jason Arakacaryan on Vimeo.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Guiza Ağlamasın da Kim Ağlasın!


Tam iki sene öncesine gidelim. Evet, o zamanlar Fenerbahçe taraftarının keyfi yerindeydi zira önceki sezon La Liga'da " penaltısız " gol kralı olan Mallorca'lı Guiza ile anlaşılmış, hem de böyle bir gol kralı 17.4 Milyon Euro gibi " uygun " bir rakamla gelmişti. Şimdi şu yazıyı " oba ne güzel, Guizayı yerin dibine sokacak bir yazı daha " diye düşünenler kenara çekilsinler çünkü bu Guiza eleştirisi değil, bir golcünün yaşamaması gerekenler dizisi!

Guiza'nın Mallorca'da sadece ligde 27 gol atmasını iştah kabartıcı bulan Fener yönetimi, aradıkları golcünün Guiza olduğuna inanmışlardı bile. Fakat yönetimin hatası şu olmuştu ki; Guiza fırsatçı bir forvet değildi, hele hele servis yapan bir forvet hiç değildi. Guiza'nın attığı 27 gole bakın; ya Ibagaza ve Arango'nun getirdiği toplarla ceza sahası civarında yaptığı vuruşlarla yada kendi kabiliyeti olan ekstrem vuruşlarla yapmıştır bu golleri. Kaleciden dönen topu tamamlama, paralel paslarla bitirme gibi üst düzey bitiricilik yetenekleri en başından beri vasattır Guiza'nın. Kısacası Guiza, bir zamanların Ümit Karan'ı gibi eksantrik pozisyonların golcüsüdür; kolay pozisyonları, alda atları sevmez pek. Lakin yönetimin aradığı da tam olarak budur; Alex'in derinleme paslarını bitirebilecek bir oyuncu...

İlk sezon kendisinden beklenen " bitiriciliği " gösteremeyen Guiza üzerinde baskılar giderek artmış, hayatı boyunca bu kadar beklenti hissetmemiş ve sorumluluk almamış Guiza ise oyun sırasında daha tedirgin olmaya başlamıştı. 11 golle biten ilk sezondan sonra Guiza, üzerindeki kuşku bulutları sürse de ikinci sezonuna daha umutlu başlamıştı. Ama oruç sezonunu erken açan Guizaya yönelik eleştiriler ve şakalar giderek ağırlaşmış, tüm bunlar oyuncunun moralinin ve sinirlerinin giderek bozulmasına neden olmuştu. Fenerbahçe'nin Bursa'ya 3 - 2 yenildiği maçta oyundan çıkarken yuhalanması bardağı taşıran son damla olmuştu, gözyaşlarını daha fazla tutamamıştı Guiza. Maçtan sonra Fener taraftarının anlamsız bir geri dönüşü vardı. Sanki Guizayı yuhalayanlar Galatasaray taraftarıymış gibi " Guizalar ağlamasın, ağlatılmasın " kampanyalarına başlamıştı Fener taraftarı. Tabi içlerinden hala Guiza ile dalga geçiyorlardı ama son bir şans vermişlerdi ona artık. Guiza bu son şansı başlarda iyi değerlendirse de ligin sonunda " kazanıldığı zannedilen " sonrasında kaybedildiği anlaşılan şampiyonluğun gitmesinin en büyük unsuru olarak gösterildi. Daum ile yollar ayrıldığında Guiza'nın da gideceği belli olmuştu. Yeni patron Aykut Kocaman Guiza'yı kampa almayarak oyuncunun satış fermanını imzalamıştı.

Son olarak Kütahyalı bir " sivrizekalı " vatandaşımız televizyonlara " demeç " vererek Guiza'yı alan takıma Kütahya kaplıca bölgesindeki 12 dönümlük araziyi hibe edeceğini söyledi. Uyanık vatandaşımız sadece sevmediği bir takım olduğunu, Guiza o takıma gittiği takdirde arsayı vermeyeceğini de ekleyerek Guiza nereye gitse " ben bu takımı sevmiyordum yahu " diyebilme garantisini elinde tuttu. Sonuçta şu son yapılanlara kadar olayların büyük çoğunluğu Guiza'nın hakketmediği durumlara sürüklenmesine neden oldu. Umarım kendini evinde hissedebileceği Getafe'ye döner ve tekrardan gollerini sıralamaya başlar okçu.


19 Temmuz 2010 Pazartesi

Chandler Bing Sendromu ve Barney Stinson Durumu


Bazıları vardır; çekildikleri fotoğrafın anlamı onlardır, onlarsız o fotoğraf bir hiçtir. Duruşlarını bozmadan 2250 fotoğraf çekilebilme kapasitesine sahiptirler. Hiçbir şekilde yamuk- cücük veyahut ezik- büzük resimlerini bulamazsınız bu şahısların. Her resimleri bir doğa harikası olur, Facebook'ta en az 20 kişi tarafından beğenilir. Onlar kamerayı severler, kamera da onları. Özellikle Sony Ericsson Cybershot özelliği olan telefon kullanırlar. ( gerçi 45 derecelik pozlarıyla ünlü tiki, apaçi veyahut emo diye etiketlenen kişilerden sonra bu özelliklerinden soğumuşlardır. ) Fazla uzatmaya gerek yok; toplumda " fotojenik " diye tabir edilen bu duruma, ben " Barney Stinson Durumu " diyorum.

How I Met Your Mother izleyenler bilir; Barney esrarengiz bir şekilde hiç bir resimde kötü çıkmaz. Bende bu yüzden bu durumu böyle adlandırıyorum. İşin bir de çok daha farklı bir tarafı var. Bazıları da vardır; bulundukları resmin bütünlüğünü bozar, resimde diğer insanlardan ve objelerden aykırı dururlar. Resimlerde genellikle asimetrik bir şekilde poz verdikleri görülür, dolayısıyla poz verme istekleri bir faciaya dönüşebilir. Hayatlarında en fazla 20-25 tane " istekli " olarak fotoğraf çekilir, bilerek kamera özelliği zayıf olan telefonlardan alırlar.işte bende bu duruma " Chandler Bing Sendromu " diyorum. Friends'i izleyenler bu durumun Chandler'ın garip özelliklerinden biri olduğunu bilirler. Chandler hiçbir resimde doğru düzgün çıkmaz, üstte de görüldüğü gibi ağzı- gözü yamulmuş bir şekilde resmi bok eder. Ne yazık ki bende bu " sendrom "dan muzdaripim ancak birkaç tüyo ile bu mallıktan tamamen kurtulamasak da resimdeki özürlülük katsayımızı azaltabilmemizin yolları bulunmaktadır.
Nelerdir bunlar: Öncelikle kendini resim çekilmeye hazır hissetmiyorsan çekilme kardeşim, zorla mı! He illa bir tarafım kaşınıyor, rezil olmak istiyorum diyorsan bir de şunlar var; Asla poz verme... Evet, bu sendromu taşıyan kişilerde gözlemlediğim kadarıyla ( Bir tek kendi fotoğraflarıma baktım; gözlem bu ), poz vermeye çalışan sendromlu kişi kendini kastığı için vücudu bu kadar kasıntıya tepki vererek; saçma şekiller almaya başlıyor, o yüzdendir ki poz vermeyi unutun. Durum çok vahimse özürlü pozlar verin ki " bilerek yaptım bolumm " diyebilesiniz. Ama bana kalırsa yine de en iyi çözüm; mümkün mertebe resim çekilmemek, ben öyle yapıyorum.



18 Temmuz 2010 Pazar

The Cove: Küçük Bir Koy Ama...


Ntv sağolsun; çok merak ettiğim, 2010 En İyi Belgesel Oscar'ını almış The Cove'ı izleme şansına eriştik. Daha önceden de Japonların büyük balinalara yaptıklarını bildiğimden, yunusların konusunda olayın şuanda ne durumda olduğunu ayrıca merak ediyordum.

Filmin başında Taiji'deki yunus katliamını kanıtlamak için ekibin toplanmasını izliyoruz. Filmin ilk kısmında yürek burkan kısımlarından biri; 60'ların ünlü dizi serisi Flipper'ın yunus eğitmeni Richard O'Barry'nin Flipper'ı oynayan eğitimli yunuslardan birinin ellerinde intihar etmesini söylemesiydi. Okyanus veya büyük denizlerde yaşamaya alışkın yunusların ufak bir havuzda gösteri dünyasına sunulmasının; yunusların depresyona girmelerine neden olduğunu ve tüm bunların sonucunda yunusların intihar ettiklerini belirten O'Barry, " O zamanlar bu bilinçte olsaydım, her sene bir Porsche alacağıma; gösteri dünyasından birkaç yunus kurtarırdım " diyordu. Yani Taiji de sadece yunusların katledilmesi değil, yakalanan yunusların gösteri merkezlerine satılması da önemli bir sorundu.

Belgeselde; içlerinde Isabel Lucas ve Hayden Panettiere gibi ünlülerin bulunduğu bir sörfçü grubunun bu kale gibi savunulan Taiji koyunda olanları protesto amacıyla yaptıkları gösterinin fiziksel şiddetle savuşturulmaya çalışılmasının görüntülerini izleyenler, bunun biraz da duygu sömürüsüne kaçtığını söyleyebilirler çünkü kaba şiddet karşısında kameraya karşı ağlamaya başlayan Heroes yıldızı Panettiere gerçekten de pek yapmacık duruyor. Filmin eleştirilen noktalarından biri de Japonları baya bir suçla itham etmeleri ve " bunlarda her buldukları boku yiyorlar yav " tarzındaki Japonlara karşı duruşları idi. Gerçi filmin ilerleyen bölümünde bu hatalarından vazgeçip sadece konuyla ilgisi olan Japonlar üzerinden olayı devam ettirseler de ülkelerinde (bkz. Amerika ) o kadar dönen yunus gösteri şovlarına neredeyse hiç değinmemeleri de pek samimi durmuyor.

Filmin ilerleyen kısımlarında, film amacını hatırlıyor ve buna uygun hareket ediyor. Taiji koyuna çekime geldiklerinde belli bir alana kadar çekime izin veren Japon balıkçılar; sonradan yaptıklarının ortaya çıkmasından tırsarak baya sert bir önlem alıyorlar ekibe karşı. Bu aşamadan sonra işler illegal ilerlemeye başlıyor ki en acı görüntüler bu kısımda yakalanıyor. Gece bastığında gizlice koya giren ekip; termal kameralarla etrafı kolaçan ederken, dalgıçlar yunusların seslerini kaydetmek amacıyla alıcılarıyla dalıyorlar. Ayrıca gizli çekimler için kameralar kayalıklara kamufle şekilde yerleştiriliyor. Artık sadece beklemek gerekiyordu ki istedikleri görüntüler yavaş yavaş gelmeye başlıyordu bile. İşçiler kendi aralarında konuşurken bile " şu kadar yunus öldürdüm, yok balina eti böyleydi " gibi falsolu şekilde konuşuyorlardı ki ekibin işine gelmişti bunlar. Yunusların yakalandıkları o acı sahnelerden bahsetmek bile istemiyorum. Babam ve Oğlum bile yalan oluyordu bu görüntülerin yanında; insanın kalbi sızlıyordu.

Bir de yunus etinin satılma durumu vardı ki bu Japon halkı içinde vahim bir durum oluşturuyordu. Zira yunus deniz ekolojisinin en üst basamaklarında bulunduğu için bünyesinde normal memelilerden daha yoğun miktarda cıva bulunduruyordu. Bol cıvalı yunusların etleri, büyük mağazalarda sağlık onayı almış balina eti diye satılıyordu ki Japon halkının yunus eti yediklerinden en ufak haberleri yoktu. Belgeselin diğer bir olumlu yönü; sırf suçlama üzerine çalışmaması ve Japon balıkçılara da savunma hakkı vermesiydi. Lakin balıkçılar adına belgeselin sorularını yanıtlayan bilmem ne müdürü o kadar ezik kaldı ki sorular ve kanıtlar karşısında, belgesel tamamlandığında görevinden alınmıştı bile.

The Cove üstüne düşeni yapıyor ve insanlığın ilgisini biraz da olsa bu konuya çekiyor. Şahsi fikrim; iletişim anlamında insana bu kadar yakın olan bir türün bir nevi " soykırıma " kurban gitmesi, hem insanlık için yalnızlığa hem de okyanus için ekolojik dengesizliğe neden oluyor... O'Barry kapanışı şöyle yapıyor: " Ömrüm bitene kadar sadece bu işe odaklanacağım, bu ufak koydaki yunuslar kurtulana dek. Eğer bunu durduramazsak, bunu düzeltemezsek; daha büyük sorunları unutun, umut yok demektir. "

16 Temmuz 2010 Cuma

Az ama Öz: Dünya Kupası




Bir Dünya Kupası daha geçti gitti; akıllarda pek çok şey yer edindi. Peki neydi bu Dünya kupasını özel yapanlar...
  • Konfederasyon Kupasında ilk çıkışını yapan vuvuzela, asıl süksesini Dünya Kupasında yaptı. İlk maç olan G.Afrika - Meksika maçını televizyon karşısında izleyenler; maçın uluslararası bir terör saldırısına kurban gittiğini bile düşündüler çünkü bu veletin sesi gerçekten fenaydı. Turnuva ilerledikçe kulaklar vuvuzelaya alıştı,hatta vuvuzelayla ritm tutulmaya başlandı, yer yer vuvuzela Ömer Üründül'e tercih edildi.
  • Bundan yıllar sonra geriye dönüp baktığımızda turnuvanın en iyi ismi olarak aklımızda kalacak isim; ne İniesta olacak, ne Messi ne de Ronaldo. Bu kupanın asıl isimleri Diego Forlan ve Thomas Müller olacak. Öyle ki kardeşi bacaklarını kaybettiğinden beri hayır işlerini bırakmayan, hala daha ilk arabası olan Peugeot 206'yı kullanan, mütevazı golcü Forlan, bu turnuvayla birlikte uluslararası alanda hakkettiği takdiri ilk defa alıyordu kupanın oyuncusu seçilerek. Müller ise daha bundan bir sene önce Bayern Münih'in A takımına yeni çıkmış alelade yedeklerinden biriyken, Van Gaal'in verdiği şansları çok iyi kullanmış ve kendini Dünya Kupasına getirtmişti ama kimse ondan böyle bir performans beklemiyordu, takımda öyle yer etmişti ki onun oynayamadığı İspanya maçında takım hücum yönünden dağılmış, iş göremez hale gelmişti. Bu formuyla Müller turnuvanın gol kralı oldu. 21 yaşında olduğunu düşünürsek, Ronaldo'nun rekorunu geçebilecek bir kaç oyuncudan biri gibi gözüküyor.

  • Bu kupada taraftarlar daha bir heyecanlı, daha bir 'ateşli'ydi sanki. Paraguay taraftarı ve ülkesinde mankenlik yapan Larissa Riquelme başlattı bu taraftar kavramının değişimini. Daha sonra Paraguay'ı Almanlar, Brezilyalılar takip etti.
  • Dünya Kupasını kendi lehine çeviren sadece Larissa bacımız değildi elbet. Bir de iddaa uzmanı Ahtapot Paul çıktı başımıza. Ne kadar iyi niyetli bir hayvanda olsa tüm sonuçları bilmesiyle Türk gençlerinin içten içe gıpta ile baktığı ve kıskançlık beslediği bir mahlukat oldu. Ömrünün bitmesine yaklaşık bir sene kaldığının açıklanması, Bay Tahmin sunucusu Murat Özarı'da pis bir sırıtışa neden oldu.
  • Büyük hakem hataları, Almanya'nın İngiltere 66'nın rövanşını alması, Messi'nin ve C. Ronaldo'nun bekleneni verememesi, Klose'nin Ronaldo'ya 1 gol kala grip olması, İtalya ve Fransa'nın gruplardan çıkamaması, Platini'nin rahatsızlanması, Yeni Zelanda'nın turnuvanın namağlup tek takımı olması; bu Dünya Kupasının diğer önemli olaylarıydı.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Guti Hazretleri Beşiktaşta!

Beşiktaş uzun uğraşlar verdiği Guti transferini bitirdiğini ve oyuncuyla 2 yıllık sözleşme imzalandığını yine bok varmış gibi IMKB'ye bildirdi. Şaka bir yana hem Beşiktaş için hemde Türk futbolu için önemli bir transfer olduğunu düşünüyorum. Öyle ki bence Quaresma'dan daha 'anlamlı' bir transfer gibi duruyor. Gerçi şimdi Beşiktaş'ı bekleyen bir sorun var: Formda olan Delgado'ya ne olacak?

Hadi Tabata satılır diyelim ama özellikle kamptaki performansıyla Delgado, kendini Schuster'e kabul ettirmiş gibi gözüküyordu. Bakalım yönetim bu konuda ve böyle giderse rakam olarak 20'yi bulacağını düşündüğüm yabancı sayısı sorununda nasıl bir karar alacak. Zapo, Fink, Tello yolcu; Tabata ve Holosko da namlunun ucunda gibi. Bakalım ilerleyen günler Beşiktaş adına neler sunacak bize...

Honey, Get Up Now!

Kariyerinin başlarında ufak çapta aile dizilerinin yönetmenliğini yapan Shawn Levy, daha sonraları ikinci sınıf aile komedi filmlerine geçiş yapmış, yıllar ilerledikçe seviyesini düzeltmiş, en son olarak Night at the Museum serisine imza atmıştı ki Date Night gibi asıl sıçramasını yapabileceği bir şans yakalamıştı. Shawn Levy'nin en büyük şansı, Office'in yıldızı Steve Carell ve 30 Rock'ın yaratıcısı Tina Fey gibi komedi ustalarının başrollerde olmalarıydı. Sadece bu iki yıldız değil, oyuncu kadrosu açısından son yılların en önemli kadrolarından birine sahip film. Örneğin bu tarz filmlerin adamı Mark Ruffalo bile iki dakika ya var ya yok filmde. Mark Wahlberg, James Franco, Mila Kunis, Taraji Henson, Ray Liotta, William Fichtner, Leighton Meester, Common da filmdeki diğer önemli isimlerden. Film için bu isimlerin olmasından çok bu isimlerin rolleri için doğru seçilmesi çok önemli. Oyuncular, filmdeki rollerinin az ama öz olduğunun bilincine vardıkları için gayet olumlu performans sergilemişler.

Orta yaşlarında olan, klasik bir evli çift görüntüsü veren Phil ve Claire Foster çifti; en yakın arkadaşlarının boşanacaklarını duymalarından sonra bunun kendi başlarına da gelmemesi için evliliklerine heyecan katmaya karar verirler. Bunun için şehirdeki lüks restaurantlardan birine gittiklerinde yer olmadığını görürler, barda sırada beklerlerken başkalarının rezervasyonunu alırlar ve olaylar bu dakikadan sonra iyice farklı bir noktaya gelir.

Filmin başından itibaren Tina Fey ve Steve Carell ikilisi birbiriyle o kadar bağlantılı oynuyorlar ki biri bunlar gerçek hayatlarında da evli dese çok rahat inanırız. Phil'in tertipsizliğinin, plansızlığının anlatıldığı o minik sahnelerden tutunda Claire'in kontrolcü kişiliğinin gösterildiği sahnelere; filmde en ufak gereksiz sahne bulunmuyor. Sahnelerin tamamı karakterlerin gelişimlerini gösterme ve filmin devamını sağlama amacı taşıyor. Başta da dediğim gibi yan rollerdeki oyuncuların usta katkılarıyla komedi anlamında gerçekten iyi bir film oluşmuş. Nasıl güldüreceğini bilen bu iki isimden de daha azı beklenemezdi zaten.
Filmin yönetmeni ve kamera arkası ekibi gerçekten de başarılılar filmde. Senaryo da izleyeni filmde tutuyor, devamını öğrenme isteği uyandırıyor. Diyaloglar da bu ikiliye uygun yazılmış. Şu yaz aylarında komedi filmi bulamayanların, ezelden beri iyi komedi filmi sevenlerin, türe ısınmak isteyenlerin görmesi gereken bir film Date Night. Aşağıda fragmanını da bulabileceğiniz filmin; özellikle Steve Carell odaklı sahnelerine dikkat etmenizi öneririm. Tina Fey'in de filmin sonlarındaki sahneleri çoğu kişiyi şaşırtacağa benziyor.Şimdiden iyi seyirler...

13 Temmuz 2010 Salı

Usta, Buraya Bol Klişeli Çek Bir Tane!

Şu yaz ' gerçekten ' sinema açısından kurak geçiyor. Christopher Nolan'ın Inception'ı çıkana kadar özgün bir film ile karşılaşmamız zor gözüküyor. Ülkemizde ' Twilight kızlarının ' etkisiyle salonlar bu tarz filmlere verilmekte, özellikle bağımsız yapımlar bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda salonda gösterime girmekte; birçoğu ise bu şansı yakalayamayarak ülkemizi es geçmektedir şu yaz aylarında. Nese bu ayrı bir yazı konusu. Bende bu sıkıntıda bari Torrentten film indireyim kendime geleyim diyerek açtım Torrente yeni düşen filmleri. Losers'ın DC Comics çizgi romanlarından biri olduğunu duymuştum zira çizgi romandan çevrim filmlere kişisel olarak bir ilgim vardır özellikle iyi bir çevrimse tadından yenmez. Nese Losers'ı görünce indireyim dedim, belki Iron Man'in ilk filmi gibi şaşırtır dedim, Avatardaki Mavi Na'vi görüntüsüyle bile kendine hayran kitlesi yaratan Zoe Saldana var dedim, eğer uygun bir rol verildiği takdirde rolünü layıkıyla yapabilen bir Chris Evans var dedim, filmi izlemek için dedim de dedim ama bileydim filmi Sylvain White adlı mahlukatın yönettiğini, bileydim böyle kötü bir senaryo grubu olduğunu izler miydim hiç...

Filmin olayına girersem; Bolivya'da ayrıntısını pek bilmedikleri bir göreve gönderilen Özel Tim Ekibi, bir şekilde ihanete uğrarlar ve kendilerini öldü göstermek zorunda kalırlar. Bolivya'da normal bir hayata alışma süreçlerinde ise kendi hesapları olan bir kadın; onları ülkelerine geri döndürebileceğini, isimlerini aklamalarına yardım edeceğini söyler, üstelik düşmanları da ortaktır ve kadının ekibe karşı tek şartı; bu düşmanın her ne olursa olsun öldürülmesidir, bla bla bla... Spoiler'ı çok sevmediğim için bende dikkatli olmaya çalıştım ama en heyecan kaçırmadan anlatabildiğim şekli budur filmin. Filmin işlenişine, oyunculuklara falan gelirsek: Bir kez hikayeyi 13 yaşında bir çocuk yazdı deseler inanabilirdim, otuzuncu dakikadan itibaren olayların gelişim aşamalarını o kadar kolay tahmin edebiliyorsunuz ki filmi 'prestij' için izliyorsunuz. Yönetmenin o yerli yersiz her sekansa koyduğu ağır çekim sahnelerden bahsetmek bile istemezdim, o kadar abartmış; sadece bir sahnede uyumlu olmuş bu tercih. Görüntü yönetmeni ve grafikerler en azından ev ödevlerine senaristlerden ve yönetmenden daha çok çalışmışlar, filmin başındaki büyük patlama sahnesi dışında efektler iyi kotarılmış denebilir. Oyuncular içinde ise genelde bir zoraki oynamışlık, bir sıkkınlık mevcut. Özellikle başroldeki Jeffrey Dean Morgan rolüne öyle uymamış ki filmin kalan tüm heyecanını da o alıp götürüyor. Silah tuttuğunda bile 'hadi be o adam silah taşır mı bolum' diyaloğuna giriyorsunuz kendi kendinize. Chris Evans'ın absürd durumlardaki duruş yeteneği bir sahne dışında vasıfsızca kullanılsa da empati kurabileceğimiz karakterlerden biri ve muhtemelen teki bu patavatsız kardeşimiz. Zoe Saldana ise kendisine denileni yapıyor, filmdeki östrojen varlığının tek kaynağı olmak gibi önemli bir görevi üslenmeye kalktığı dakikalarda sanki koltuk altı kıllarını görür gibi olsakta çok üstelemiyoruz kendisini zira her türlü 'tam' bir film olmadığının farkındayız karşımızdakinin. Kötü adam karakterini oynayan abimizin ise oyunculuk adına öle aman aman bir falsosu gözükmüyor filmde lakin yine onun gaddarlığının falan gösterildiği bazı sahneler çok gereksiz ve gerçeklikten uzak bir şekilde yazılmış; her türlü senaristler ve yazım ekibi patlıyor yine.

Filmin sonundan anlıyoruz ki yüksek ihtimal devam filmi gelecek. Eğer çok büyük bir değişiklik olmazsa- özellikle yönetmen koltuğunda - film yine Amerikan askerinin asil kurtarıcılığını savunacak, yine hikayelerde klişeler barındıracak, yine filmi tamamen slow - motion izleyeceğiz ve yine başroldeki; kahvede can sıkıntısından okeye sarmış amcalarımız gibi gezen elemana tahammül edeceğiz. Tabi filmi izlersek eğer... Filmin fragmanı ise şaşırtıcı şekilde eğlenceli onu da aşağıda bulabilirsiniz.


12 Temmuz 2010 Pazartesi

İspanyolca Küfür Kursuna Yazılacam Lan!

Maç başlamadan önce İspanya fanatiği babam, İspanya yanlısı amcam ve İspanya antisempatizanı ben; oturmuş yine maçla ilgili konuşuyoruz. Maçla ilgili başlayan muhabbet, son zamanlarda hep olduğu gibi Ahtapot Paul'ün " insanüstü " iddaa yeteniğine geliyor, Ben " hay bu ahtapotun, Almanlar İspanya yenilgisinden sonra salata yapsalardı da kurtulsaydık şu münafık hayvandan " diyemeden maçın ilerleyen dakikalarında çok küfrümü yiyecek Howard Webb tarafından başlama düdüğü geliyordu karşılaşmanın. İlk dakikalarda Hollanda İspanya karşısında önde baskı yaparak topun Xavi, İniesta ve daha da önemlisi Villa'ya ulaşmasını engellemeye çalışıyordu. Başlarda bu baskı nizami ölçülerdeyken, biraz da Howard Webb'in " Otoritemi koyarım, şımarıklığa gelemem " tavrından dolayı bu baskı sert hareketlere ve sarı kartlara dönüşmüştü. Zaten doğuştan sertliğe, kavgaya, güreşe hazır Ramos ve Puyol da sarı kartlılar konvoyuna kaynak yapmakta zorlanmadılar. 28'de De Jong, Rüştü'nün İngiltere maçında Kieron Dyer'a yaptığı " tekvandolik " müdahalenin bir benzerini Xabi Alonso üzerinde denemesiyle, Güney Afrikadan ihraç edilmesi gerekirken sarı kart ile yırtmış ama sarı kartın " ağır bir karar " olduğunu düşünmüş olacak ki hakeme yoğun itirazlarda bulunmuştu bile. Maç, uyluk kemiklerinin vuvuzeladan bile acı verici kırılma sesleriyle devam ederken Hollanda baskıyı artırıp Casillas'ı zorlamaya başlamıştı bile. İspanyanın yardımına ilk yarının bitiş düdüğü geliyor ve sarı bir ilk yarıyı geride bırakıyorduk. İlk yarının sona ermesiyle maçtaki gergin hava bizim oturma odasına sıçramış, hırçın Hollandalıları babama ve amcama karşı tek başıma savunamayacağımı bildiğimden, hemen odadaki havayı dağıtacak bir hamlede bulunmam gerekmişti. Orta yaşlarının sonlarındaki her erkek gibi onlarında zaafları belliydi: Bilimum Belgesel... Hemen kumandayı kapıp Ntv yeşil ekranı açtım, evet tahmin ettiğim gibi belgesel vardı ve odadaki ortam düzelmeye başlamıştı babam ve amcamın balıkları avlamak için Turan taktiğinin balıklar alemindeki versiyonunu uygulayan yunusları gördüklerinde ama normal bir belgeselden de farklıydı bu çünkü Ramiz dayımızın sesiyle yunuslar gözümde daha bir mafya, kurban balıklarda daha bir mağdur gözükmüşlerdi gözüme. Neyse ki bizimkiler Tuncel Kurtiz'in hiçbir kelimeyle tanımlanamayan sesini yadırgamamışlar ve ikinci yarı için gerekli sakinliğe ulaşmışlardı. Lakin Hollandalı oyuncular soyunma odasında Fight Club'ı özet halinde izlemiş olacaklar ki ikinci yarıda aynı çıtırtılarla başlamıştı. Kafasına darbe aldıktan sonra Saydekvari
hareketlerde bulunan Pique'nin hatası ile topla buluşan Robben, İspanya'ya karşı bu kadar müsait bir pozisyon kazanmanın gerçekliğine inanamamış olacak ki topu Casillas'ın bacaklarına nişanlıyordu. Hollanda'nın maçı kazanabilecek potansiyele sahip olduğunun farkına varan Del Bosque, günün etkisiz ismi Pedro'yu çıkartıp yerine turnuva boyunca kenarda hoplayıp zıplayıp takımın hiperaktiflik görevini üslenen Jesus Navas'ı sokuyordu. Bu tercih takımın sağ tarafına canlılık getirmiş, Hollanda'nın baskısının kırılmasına neden olmuştu. Navas'ın ortasında mallığı tutan Heitinga topu ıskalamış ve önünde kalan topla ne yapsam diye düşünen Villa, topu kale yerine seyircilere yollamıştı maçın son çeyreğine girildiğinde. Maçın sonlarına doğru Ramos bomboş pozisyonda kafayı yanlış yere vuruyor, karşılaşmanın uzatmalara gideceğinin sinyalini veriyordu bu dakikalarda. İniesta fırsat bu fırsat, hazır oyun rölantideyken başlayayım ben çirkefliklerime diyerek mümkün mertebe ikili mücadeleler sırasında kendini yere atarak hem Howard Webb'i kandırmayı başarmış, hem de maçı televizyon karşısından izleyen yılların hakem aldatıcısı Serhat Akın'ın bile takdirini kazanmıştı maçın son düdüğü çalarken. Uzatmalara İspanya etkili başlamış, arada futbol oynamayı da ihmal etmeyen İniesta'nın araya güzel pasıyla topla buluşan Fabregas, Robben'e
misilleme yaparak o da kalecinin ayaklarına yollamıştı topu. Hollanda'nın bocaladığı anlarda, serbest vuruştan gelen topa boşa çıkan Casillas, arkasına baktığında Mathijsen'in topu auta attığını görüyordu. Birinci uzatma devresinin sonunda hızla ceza sahasına giren İniesta Bronchorst'un müdahalesiyle golden oluyordu. İkinci uzatma devresi ise İniesta'nın her yönden " azıttığı " devre oluyordu. İlk olarak sarı kartlı Heitinga'ya kırmızı kartı aldıran, bu hareketiyle çok sayıda futbolseverin küfrünü aldığını düşündüğüm İniesta, afallamış Hollanda'ya son darbeyi de kendi vuruyor, adeta Dünya Kupasını da bir tarafına sokmayı garantiliyordu. Son düdük çaldığında ben İspanyolca küfür bulmak için Google Translate'e girerken, babam sonunda az da olsa İspanyolların şereflerinden biraz yoksun olduklarını kabul ediyor, amcam ise Ahtapot Paul'ün iddaasının yine tutmasına mutlu olmuş gibi gözüküyordu. Kabul etmek gerek öyle yada böyle İspanya Dünya şampiyonu olmuştu ama son sözüm şu olacaktı: Perra İniesta...















8 Temmuz 2010 Perşembe

Ayın Efendileri: RAMMSTEIN!

Öncelikle oluşturduğum yeni yazı dizisini açıklayayım; bu aydan itibaren her ay bir grup yada sanatçı tanıtmaya çalışacağım ayrıca tür olarak farklı çeşitlikte sanatçılar seçmeyi deneyeceğim umarım güzel bir dizi olur diyelim ve bu ay ki konuğumuza geçelim...
Sonisphere organizasyonundan haberim olduğunda tek bir ismin listede olması için dua etmiştim: Rammstein... Evet, bu güzide isimlerin İstanbula gelecek olması bile heyecanlandırıyordu insanı ama konser günü yaklaştıkça " ya alırız bileti problem olmaz " dedim, har vurdum harman savurdum, bileti almaya gelince ne yer kalmıştı ne de kombine için para... Bari tek günlük bilet alayım dedim ona da yurt paramı veremezdim, kıstırdım kuyruğumu; döndüm yurduma, açtım Rammstein'ı; yapacak bir şey yoktu, hiçbir zaman yurt parasını konsere verebilecek gözü pek, maceracı çocuklardan biri olamamıştım...Nese sonuçta Sonisphere geldi geçti, Rammstein'ın efsanevi konserini arkadaşlardan dinlemek zorunda kaldım. İyi haber; Rammstein üyeleri Türkiyeyi Özen Kebaba gidecek kadar sevmiş ve ilerleyen senelerde bir başka organizasyon için İstanbulda olabileceklerinin sinyalini vermişlerdi.
Bende şu yazı dizisinin ilk konuğunun Sonisphere'dan olmasını uygun gördüğüm için gelen büyük gruplar arasından Rammstein'ı seçtim ( Seni seçtim Pikachu etkisini bir ben hissetmedim umarım :P ). Çünkü ukte kalmıştı içimde en azından böyle tamamlayayım eksikliğimi; işte başlıyoruz...
1994 yılı içinde Almanyanın alelade, basit gruplarından birinde çalan Richard Kruspe; oturup düşündüğünde çalmak istediği müziğin bu olmadığını, daha sert ve karamsar bir havanın oluşturulduğu, sürekli tekrar eden düz gitar riff'lerinin olduğu bir müzik yapmak istediğine karar verdiğinde bunun için kolları sıvar ve yavaş yavaş şuan ki ekibi toplar. İkna edilmesi en zor olan kişi; klavyeci Christian Flake Lorenz olur zira Lorenz kesinlikle bu tarz bir müzik yapmak istememektedir fakat arkadaşı ritim gitarist Paul'ü kıramaz ve kendi deyimiyle " klavyesiyle grubun müziğine tecavüz etmeye " başlar. Ufak tefek yarışmalar için yaptıkları kayıtlardan birinde; Ramstein kasabasında iki gösteri jetinin çarpışıp halkın üzerine düşmesi ve 80 kişinin ölümü ile sonuçlanan olayı anlatıklarında şarkı o kadar tutar ki grubun adını da Rammstein koyarlar ( Olaydan ötürü daha fazla prim kazanmamak için bir 'm' de kendileri eklerler ki kelime şu haliyle Berlin Duvarı yapımında kullanılan kontrol taşlarının genel adıdır. ). Daha sonrası ise Rammstein'ın efsaneleşme süreci, yoğun tartışmalar ve 6 albümdür, ben bunlara çok değinmeyeceğim; benim bahsedeceğim Rammstein'ı sevmeme ve dinlememe sebep olan nedenler ve grubun en sevdiğim parçaları...
Rammstein ile ilk karşılaşmam Benzin şarkısı ile olmuştu. Bir arkadaşıma şöyle koşarken dinleyebileceğim bildiğin şarkı var mı diye sorduğumda bana Benzin'i önermişti. Şarkıyı dinlediğimde gerçektende koşasım gelmişti çünkü en arkadaki klavye ritimleri ile ziller öyle etkili, öyle uyumluydular ki girişte, müthiş davul sekansıyla insan kendini " Mission: Impossible " daki Tom Cruise gibi hissediyordu. Till Lindemann'ın o çatallı, insanı zaman zaman rahatsız eden sesi öle etkileyici geliyordu ki şarkıya kapılmak işten bile değildi. Benzin'i bu kadar beğendikten sonra bile daha geç keşfettim Rammstein'ı. Daha sonraki durağım emektar Du Hast olmuştu; davul,ritim gitar,klavye ve Lindemann dörtlüsünü müthiş kullanan Rammstein bu sefer tamamen ele geçirmişti beni. Bu sefer aynı hataya düşmeyip bulabildiğim tüm şarkılarını dinlemeye başladım efsanenin öyle ki o güne kadar boşuna müzik dinlediğimi, aslen o an kendimi bulduğumu bile düşünmüştüm. Gerçektende öyleydi. Böyle birbirini tamamlayan grup elemanları görmemiştim. Onlara göre bu uyumun nedeni sadece iş arkadaşları olmaları değil sosyal hayatta da gerçek birer arkadaş olmalarıydı. Rammstein'ı dinledikçe Lindemann'ın sesi daha bir efsane, Lorenz'in ritimleri daha bir harika gelmekteydi ta ki Rosenrot albümüyle karşılancaya kadar. Reise Reise albümünden o kadar fazla şarkı kalmıştır ki onları da yeni bir albümle; Rosenrot adıyla piyasaya sürerler ama bu albüm sanki öyle yedek şarkılardan yapılmış bir albüm değil de bir efsanenin başyapıtı gibidir. Belkide çok beklentileri olmadan yaptıkları için kendilerini rahat hissedip tüm numaralarını sergilemişlerdi. Rosenrot albümüyle Rammstein gözümde efsane statüsünden ilah konumuna yerleşmişti. Yine 2009 yılının sonunda iyi denebilecek bir albümle; Liebe ist Für Alle Da ile gelmişler, Pussy single'ı ve klibiyle yine çok konuşulmuşlardı çünkü klip bazılarının " haklı " deyimiyle pornoydu ama şarkının altyapısı yine de çok iyiydi. Rammstein'ın bu tarz şovları çok sevdiği 90' ların sonlarından beri belliydi hatta 99' daki Amerika konserinde, Buck Dich şarkısında içi sıvıyla doldurulmuş dildoyla yaptıkları şov öyle abartılıydı ki 1 gün hapis yatmak zorunda kaldılar ama Rammstein fanları bu şovlardan gayet memnundu - ben de aynı şekilde :P - çünkü bu, grubun diğer endüstriyel metal gruplarından en önemli farkıydı; marjinal şovları seviyorlardı. Ve Rammstein şuanki görüntüsüyle otoritelerin endüstriyel metal dediği benim elektronik rock diye tabir ettiğim müzik türünün kurucusu ve lideri olmuşlardı, uzun süre de böyle kalacaklar gibi gözüküyor; Lindemann'ın deyimiyle " Gruptan biri ölene kadar çalacağız ". Umarım uzun yaşarsınız beyler...
Gelelim benim en sevdiğim şarkılarına: Stirb nicht vor mir, Rammstein, Rosenrot, Mann Gegen Mann, Haifisch, Benzin, Du hast, Bückstabü, Bück Dich, Keine Lust rahatça sayabildiklerim. Özellikle Haifisch ve Rosenrot şarkılarının klipleri de müthiş olduğu için onların videolarını koymaya karar verdim. Ayrıca ay boyunca sağ üstte Grooveshark aparatında sevdiğim Rammstein şarkıları çalacaktır, oradan rahatlıkla dinleyebilirsiniz...





İspanyol Çekirge Del Bosque!

Maç başlamadan önce konuşuyoruz babamla, adam tamamen kazanamayanların yanında; inşallah İspanya atlar, adamlar final görsünler bari diyordu. Maç öncesi böyle konuşan adamın maç sırasında İspanya - Cadiz doğumlu bir taraftar silüetine bürünmesine şaşırmamıştım doğrusu. Mehmet Topal'a vermediği toleransı aynı bölgede Busquets'e veren babamın " por favor Villa, por favor" dediğini duyar gibi olmuştum Villa maçın ilk net pozisyonunda Neuer'i avlayamayınca... Del Bosque, Portekiz ve Paraguay maçlarında yapamadığını yapmış, Torres'i kenara oturtmuş, üçüncü zıplamadaki çekirge konumundan son anda kurtulmayı bilmişti. Ama İspanyadaki tek değişikliğin bu olmadığı belliydi zira takım Almanların pas trafiğini kapatmayı başarmış, presleriyle de olgun bir atağa erişmelerini engellemişlerdi, işin ucunda hiç gidemedikleri finale gitmek, kahraman olmak vardı. İlk yarı böle bitti bitecek derken kolayca maçın kırılma noktası diyebileceğimiz Mesut Özil'in 'haklı ' olarak penaltı beklediği pozisyon gerçekleşti. Maçın başından beri hakemden onay almışçasına rakiplerini çirkefçe birer birer ekarte eden Ramos bu sefer risk almış ve penaltıya sebebiyet verecek bir müdahalede bulunmuştu, hakem ise Ramosa " arka sağlam devam et" bakışı atarak oyunu devam ettirmişti. İkinci yarı başlar başlamaz İspanya Xavi'nin yönlendirmesi ve Pedro'nun aktif oyunuyla etkili gelmeye başlamıştı sıvası dökülmüş Panzerlerin kalesine. Bu baskı sırasında Löw önemli bir hamle yaparak; defansta aksıyan, hücuma ise hiçbir katkı yapamayan Boateng'i çıkararak yerine bindirme özelliği olan sol bek Jansen'i almıştı. Bu değişiklik etkisini göstermeye başladığında ise roller değişmiş, Almanlar baskın taraf olmuş, Trochowski yerine giren Kroos ile de önemli bir pozisyon yakalanmıştı. Tam işler Almanlar için iyi gidiyor derken kornerden gelen topa hayvani bir şekilde yükselen Puyol final kapısını İspanyollar için aralıyordu. Puyol golü atmıştı atmasına ama bizim evde daha farklı, daha anlamsız bir sevinç vardı; babam yüzü olsa televizyona sarılırdı ama sadece " oh be anasını satayım, geç oldu ama güç olmadı iyi bari " diyerek sevindi. Ben ise şaşkın gözlerle maça döndüm ama Almanların maçı artık çeviremeyeceğini biliyordum çünkü turnuva boyunca bir kere yenik düşmüşlerdi onda da sudan çıkmış balığa dönmüşler, ne yapacaklarını bilememişlerdi. Aynı durumun bir beden daha fenası burda da geçerliydi, eğer Pedro az bir akıl barındıran bir İspanyol vatandaşı olsaydı İspanya'nın Almanları madara etmesi işten bile değildi. Maçın son düdüğü çaldığında sevinenler; İspanyollar, babam ve iddaası tuttuğu için Ahtapot Paul'dü... Final müsabakasında iki bu kupayı hiç kazanamamış takımın mücadelesinde; Hollanda'nın kupayı alması yönünde bir isteğim var, çünkü onlar daha önce iki kere finalde kaybetmişlerdi ve evet ben İspanya'yı sevmiyorum...

6 Temmuz 2010 Salı

Yazın Portakal mı olur?

Oturmuşum balkona, filinta gibi televizyonda karşımda, oh diyorum Hollanda maçı var bir de..Maç başlıyor başlamasına ama ilk on dakikada ne benim beklediğim Hollanda var ne de Ömer Üründül'ün... Yani Ömer abimiz sahada kollektif yapıda bir Hollanda göremeyince kızıyor içten içe, kızdıkça da daha çok saçmalıyor. Nese ilk 15 dakika Ömer Üründül feat Vuvuzelacılar eşliğinde geçerken, Sneijder ' lan o kadar prens falan gelmiş karısı da burda ayıp olur' diyerek takımını biraz toparlıyor. Az önce bahsi geçen zatın attığı pas ile topla buluşan Van Bronchorst öyle bir vuruyor ki Hagi'nin Monaco'ya attığı efsane gol geliyor hemen akıllara ( en azından benim aklıma geldi :P). Golden sonra eski görüntüsüne dönen Hollanda, o sevimsiz topuyla adeta Uruguaya davet çıkarıyordu fakat anlaşılan Suarez'in olmayışı beklenenden fazla etkilemişti takımı. Maç böyle 'al gülüm, ver gülüm' giderken mütevazi golcü Forlan sol ayağıyla yine dönen bir top yolluyor kaleye Misugi gibi, kaleci biraz da kendi hatasıyla kalesinde görüyor topu. İlk yarı böyle sonuçlanırken 2. yarıda neler olacağını kestiremiyorum çünkü bir hayalkırıklığı var maçla alakalı... Böyle ben düşünürken başlıyor 2. yarı ama 65'e kadar yine yok iki takımda meydanda derken üst üste birkaç pozisyon yakalayan Hollanda, Sneijder'in kupanın favori gol çeşidi olan " ofsayt kokan gol" cinsinden golü ile tekrar üstünlüğü sağlıyor. Daha Uruguay 'noluyor lan' diyemeden Kuyt' ın ( Köeöyt ) hayatının en teknik ortası ve Robben'in kafasıyla Hollanda " güya " rahatlıyor. Sadece gol dakikalarında etkili olan Hollanda 90'a kadar Uruguayın fakirhanesine çok uğramıyor bir daha. Bu duruma sinirlenen Uruguay ' sen bizi dengin olarak görmüyor musun lan ' diyerek basıyor golü ama kalmış 2 dakika.. Allah biliyor, Uruguay'ın golünden çok Ömer Üründül'ün göt olmasına seviniyorum, Hollandanın 3. golünden sora ' Uruguayın işi bitti ya ' dediği için sırf.. Nese O iki dakikada bir kaç şut şansı yakalasa da umduğumuz olmuyor (umduğumuz diyorum çünkü hangimiz Uruguayın gol atmasını dilemedik ki ) ve Hollanda finale adım atıyor fakat bu Hollanda bildiğimiz Hollanda değil, Hollanda dediğin ölümüne atak oynayan, kendini izlettiren bir takımdır ama bu değildir...

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Almanya Fikip Attı

Almanya - Avustralya maçından sonra bu Almanya ortalığı dağıtır dediğimde, hastir lan hele onlar Arjantinle karşılaşsın gör o zaman o domuzları napıyolar diyen marangoz Selami abiye, Almanya anca Avustralya'ya atar Klose mlose yalan diyen staj arkadaşlarıma, bir babanın oğluna yapmadığı övgüyü Messiye Maradonaya yapan Rıdvan Dilmene, Schweinsteiger'in defansif yönü sıfır Messi onu deli eder diyen Sergen Yalçına burdan selam ederim, evet hiçbiriniz bir bok öngöremediniz, evet bu sefer ben demiştim diyecem çünkü almanya şöle organize, böle sistemi oturmuş dediğimde bana hiç şans tanımadınız ( Sergenle Rıdvanı şu son cümleden muaf tutuyorum haliyle:P )... Ama sağolsun Almanya benim yüzümü kara çıkarmadı, başlama düdüğüyle birlikte Arjantinin üstüne çökmeyi bildi. Özellikle normal sezonda bir türlü ısınamadığım Müller şu kupada beni mest etti, takdirimi topladı zira onun dokunuşuyla başladı Arjantinin 90 dakikalık kabusu...Golden sonrada araya bir tane daha sıkıştırırız diyerekten yüklenen Almanya golü bulamasada kalesinde de önemli bir pozisyona da olanak tanımadı. İlk yarı böle geçerken Almanyanın bu skorla yetinmeyeceğini sezebiliyordum ama ikinci yarı Almanlar açısından öle başlamadı, la bu tangocular atacak mı yoksa falan derken Müllerin Podolskiye break dansımsı pası Kloseye dünya kupalarındaki 13. golünü getirdi. Golün akabinde Maradonada hazımsızlık belirtileri gözükmeye başladı, böyle sahaya girmeler, ne bileyim hakeme yoğun itirazlar, 4. hakeme el altından Kolombiya malı önermeler falan derken aynı dakikalarda Schweinsteiger Arjantin kadrosuna milli marşlarını tersten okutturacak bir hareketle içeri girdi, Freidriche golü yapmak kaldı. Artık Almanya için taşak geçme dakikalarıydı ama çok yüklenmediler çünkü karşılarındaki eski zamanların dünya devlerinden biriydi saygısızlık yapmak olmazdı. Ama 89'da Mesut Özil sıkılmış olacak ki ani atağa hırsla katılarak Schweinsteigere " abi köpeğin olayım at şu topu " der gibi bakması, pasın ona gelmesine yetti, onunda müthiş ortası Klosenin ' Şişman Ronaldoya ' bir adım daha yaklaşmasını sağladı dünya kupaları gol krallığında... Önceki maç kameralara burnundaki sümüğü evirip çevirip ağzına atarken yakalanan Löw, maç bitsede bir Mourinho turu da biz atsak diye sabırsızlıkla beklerken kenarda, hakemde sevinsin gariban diyerek bitirdi 90 dakikayı... Diyeceğim şudurki bu Almanya şuan ki İspanyayı da yener tabi ilk önce İspanya turu atlayacak mı onu görecez...