30 Ağustos 2010 Pazartesi

Kısa Kısa Dünya Basketbol Şampiyonası

Belki önemli yıldızlar yok, belki seyirci sayısı anlamında yeterli seviyede değil ama sonuçta ülkemizde yapılan çok önemli bir organizasyon bu... Bu kadar eksiye rağmen maçların kalitesi ise şaşırtıcı düzeyde. Gelin bakalım ilk iki günde neler olmuş...

A GRUBU

Çok büyük sürpriz olmazsa gruptan çıkacak dörtlü belli aslında. Ginobili'siz Arjantin, Almanya, Sırbistan, Avustralya; yüksek ihtimal gruptan çıkacak takımlar lakin mücadele farklı bir noktada devam ediyor: Sıralama mücadelesi... B grubundan gelmesi muhtemel takımların birbirinden iyi takımlar olduğunu düşünürsek A grubundaki takımlar en azından içlerinden en zayıfıyla eşleşmek isteyecektir. Almanya bu dört takım arasından vitesi artırmış tek takım olarak gözüküyor. Ama Arjantin grup birinciliğine en yakın takım...

B GRUBU

Bu gruptan gelecek 4 takım daha şimdiden belli. Bugünkü Slovenya - Hırvatistan maçı sonrası grup sıralaması iyice belli olacaktır ama değişmeyen tek şey ABD'nin 1.ciliği kaptırmayacağıdır. Amerika basının ABD'nin şuan ki turnuva takımına yedek takım muamelesi çekmesi, genç oyuncuları iyice gaza getirmiş gibi gözüküyor. Slovenya.'yı da Hırvatistan'ı da ezerek geçtiler. İlginçtir Billups'tan beklenen takım liderliğini, sayı kralı genç Kevin Durant üslenmiş gibi gözüküyor. Rudy Gay ve Eric Gordon ise sayı yükünü çeken diğer isimler.

C GRUBU

Yine hazırlık maçlarında kötü olmasına rağmen turnuvaya iyi başladı Türkiye. Fildişi Sahili belki ölçü değildi ama Rusya'nın kontrol altında tutularak geçilmesi çok önemliydi. Yunanistan maçı ise grup birincisini belirleyecek maç gibi duruyor. Yunanistan ilk maçında zorlansa da gruptan çıkacak isimler arasında banko yeri var. Rusya, Porto Riko, Çin, Fildişi Sahili ise kalan iki kişilik kontenjanı doldurmak isteyen takımlar...

D GRUBU

Fransa sürpriz yaparak başladı turnuvaya, eski şampiyonu; İspanyayı devirdiler. Litvanya bildiğimiz Litvanya, kendilerine has oyunlarını oynuyorlar. Bu üç takımın gruptan çıkması kesin gibiyken 4. takım olarak benim favorim Yeni Zelanda zira oyunları umut verici. İspanyanın ilk maçını kaybetmesi ise bizim grubu da ilgilendirir oldu. Kazara İspanya ile eşleşirsek hiç hoş olmaz.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Tek Bir Suçlu Yok!

Galatasarayda gerçekten zor günler yaşanıyor şu sıralar. Bu durumun günahını yükleyecek bir suçlu arıyor herkes. Gelin görün ki tek bir faktörün başını çektiği bir durum değil bu...

YÖNETİM SORUNSALI

Adnan Polat daha yazın başında taraftarlar tarafından aşırı derecede sevilen Haldun Üstünel'i bir tehdit unsuru olarak görmüş ve yönetimden tasfiye etmişti. Tüm transfer yönetiminin başına da kankası Adnan Sezgin'i getirmişti başkan Adnan. Sadece bu değildi camiadaki değişiklik. Üstünel'in gitmesiyle transfer vizyonu da değişti takımın. Genelde bonservisi elinde olan oyunculara yani kolaya yönelmeye başladı camianın transfer zihniyeti. Rakipleri -doğru ya da yanlış- transferlerini erkenden yapmaya başlamışlardı lakin Galatasaray yönetimi kime el atsa sonuç alamamıştı. Her ne kadar iyi oyuncu olsalar da doğru transfer olup olmadıkları tartışılabilir düzeyde olan iki isim; Lorik Cana ve Pablo Pino alınmıştı. Rjkaard'ın 4-3-3'üne uyacak bir orta saha transferi ise hala bir yılan hikayesi... Yönetimin tek çelişkisi transfer konularında değil tabi. Adnan Polat ne zaman basının karşısına geçse şöyle para getirecek böyle kar sağlayacak projelerimiz var diye bol keseden sıralıyordu niyetlerini. Ama unutuyordu ki Galatasaray taraftarı neredeyse bir asırdır takımının ekonomik ferahlığı olmasa da sevmiştir klübünü, onların öncelikleri çok başkadır; Galatasaray ruhu, dünya genelinde sportif başarı yakalama arzusu, sadece Türkiye başarılarıyla yetinmeme bunlar taraftarın saydığı, Adnan Polat'ın yavaştan sırt çevirdiği amaçlardır.

BÖLÜCÜ TARAFTAR SORUNSALI

Bir takım sezona kötü başlayabilir, bir yönetim hatalı kararlar alabilir ama taraftarın en azından daha eylül olmadan su koyuvermemesi lazım. Taraftarın tamamı değil benim bahsettiğim. Galatasaraylılığından şüphe ettiğim bir takım kişiler bunlar. Beşiktaş'ta Nihat'ı ıslıklayanlarla Ali Sami Yen önünde Bursanın şampiyonluğuna sevinenlerle zihniyet olarak aynı kişilerdir aslında bunlar. Bunlar gibi "güya" taraftarlar yüzünden morali zaten düşük olan takım maç içinde karanlığa sürüklenmekte. Her taraftarın sabrına ihtiyaç duyduğu bir dönemden geçiyor Galatasaray...

DEFANS HATTI VE TAKTİK SORUNSALI

Ne oyuncu tercihi, ne maç içindeki değişiklikler... Rjkaard'ın ciddi şekilde olumsuz eleştirileceği bir konu yok. Sakatlıklardan sonra hocanın elinde kalan kadro ve bu kadronun konsantresinin ne kadar olduğu belli, fazla bir kombinasyon şansınız kalmıyor zaten. Rjkaard'a sorulacak tek bir soru; bu kadar kadro anlamında sıkıntının olduğu bir dönemde yaratıcı orta saha oyuncusu ihtiyaçlı 4-3-3'e niye takılıp kaldığı ki bu da hocanın bileceği iş belki antrenmanlarda denemiş fakat tutmamış olabilir, dediğim gibi klişe olarak hemen hocaya suç atmamak lazım... Oyuncuların bir şekilde morali ve konsantresi bozulmuş dedik ama takımın bir bölgesi var ki sanki hepsinin akrabaları ölmüş de maça zorla çıkıyorlar. Evet tabi ki başını Servetin çektiği defans hattından bahsediyorum. Bütün yaz boyunca Rjkaard'ın göndermek istediği Servet, takımda kalacağını kendisi de beklemiyordu herhalde. Bu moralsizlikle Servet her zaman yaptığı hatalar repertuarına yenilerini ekleme kararı almış olacak ki çok ilginç hata örnekleri gösterdi şu 5 resmi maçlık kısımda. Sabrinin yokluğunda beke Ali Turan geçirildi ama oyuncu ne kadar istekli de olsa kendisinde bek hamuru ve oyun zihniyeti yok, bu bek zihniyetsizliği de Kewell'dan maksimum verim alınması için sağ açığa sürülen Arda'nın normalde şuursuz olan futbolunu daha da etkiliyor. İşin ilginci defans hattını normalde toparlayan iki isim olan Hakan Balta ve Neill'ın da kafa olarak hazır olmaması. Özellikle Balta hücum anlamında Kewell'a ayak uydurmaya başlasa da defans anlamında müthiş gerileme içinde... Tüm bu defans hattındaki olumsuzluklar maça kademelerin bozulmasına, basit adam kaçırmalara, yanlış pas seçimlerine neden olarak takımın oyunu defanstan kurmasına engel oluyor. Umarız en yakın sürede toparlanır defans en azından kafa olarak.

BALSIZLIK FAKTÖRÜ

Bazıları diyecektir Galatasaray kaleyi abluka altına aldığı dakikalarda bile organize olamıyor. Doğru olamıyor ama kadro öyle bir oyun seti kuracak yeterlilikte değil şu an. Bir Elano, bir Pino, bir Cana oyun sistemine yerleştikten sonra aynı sorun devam ederse bu eleştiriler yapılabilir. Demeye çalıştığım tüm bu sorunların yanında Galatasaraya bir balsızlık durumu da hakim. Son iki maça baktığınızda Galatasaray oyunu bir şekilde karşı sahaya yıktığında pozisyonlar gelmesine rağmen gerek becerisizlik olsun, gerek şanssızlık olsun, gerek ne derseniz deyin o olsun; top kale çizgisini geçmiyor. Son Bursa maçında buna Bursanın aşırı ballı olması ve hakem balsızlığı da eklenince oyuncularda moral namına bir şey kalmıyor açıkçası.

Sağlık ekibi, stadın gecikmesi, diğer branşlarda yaşanan sorunlarda ufaktan can sıkan diğer konular ama ne olursa olsun bir şekilde Galatasaray bu günleri atlatacaktır, hep atlatmıştır zaten...

20 Ağustos 2010 Cuma

Puslu Yönetmenler #1 : BRAD ANDERSON

Bazı yönetmenler vardır; popüler kültüre teslim olmaz, derinden sürdürür çalışmalarını. Bir tek haber bulmanız zordur onlarla ilgili ama filmlerinin de kendine has izleyicisi vardır. İşte bu yönetmenlerle ilgili yeni bir yazı dizisi bu... İlk konuk ise işlediği türlere farklı bir işlev getiren Brad Anderson...

Son yıllarda yaptığı gerilim filmlerinin aksine romantik-komedi ve drama türleriyle uzun metraja giriş yapmıştı Anderson. Next Stop Wonderland'te sinema bölümünü okuduğu Boston şehri eşliğinde garip bir doğru ilişki karmaşasını anlatıyordu yönetmen. Annesi ve yakın çevresi tarafından mutsuz olarak tanımlanan Erin'e yine aynı insanlardan değişmesi gerektiği öğütleri yağar durur. Sevgilisi Sean'dan ayrılan ve basit çapkın erkeklerin kendisinin dış güzelliğini çeşitli yollarla ele geçirme isteklerine karşı koymaya çalışan, hatta zaman zaman bu erkeklerle oynayan Erin, kişiliğinin kendisini yansıtıp yansıtmadığı konusunda bir iç çatışma yaşayacaktır. Erin, babasının kendisine yazdığı şiir kitabının tüyolarıyla hayatının yönünü belirleyecektir. Erin'in hikayesiyle eş zamanlı olarak Alan'ın hikayesini de görüyoruz. Alan, 35 yaşında bir tamircidir ama deniz biyoloğu olmak için okula gidip Boston akvaryumunda gönüllü çalışmaktadır. Film en başından beri Alan ile Erin'in hayatını zaman zaman birbirine kesiştirerek niyetini baştan belli ediyor. Yönetmenin amacı, hayatları ufak çizgilerle kesişen bu ikilinin ilişkisini göstermek değil, bu ikilinin tanışma sürecini; kader konusunu karakterler üzerinden sorgulayarak izleyiciye aktarmak...


İlk filminden olumlu eleştiriler alan yönetmen, doğru müzik seçimleriyle de bağımsız film severler tarafından beğenilmişti. Şahsi olarak yönetmenin en sevdiğim filmi, 2. filmi olan Happy Accidents... Bu sefer drama ve romantik-komedi türünün yanına görülmedik şekilde bilim kurguyu ekleyen Anderson; bu türlerin harmanını gerçekten de iyi yapmıştı. Filmlerine genellikle çok ön planda olmayan ama rüştünü ispatlamış aktrisleri koyan yönetmen, bu filminde de başrole benim Hollywood'un en yetenekli ve hoş bayanlarından dediğim Marisa Tomei'i koyuyordu. Anderson'ın ilk filmindeki Erin karakteriyle ilişkiler konusunda benzeyen Ruby, gönül işlerinde hiç bir zaman dikiş tutturamamış, hayatına çeki düzen vermek isteyen alelade bir kadın olarak karşımıza çıkıyor Happy Accidents'ta. Ruby'nin hayatı, Sam Deed adlı bir adamla tanışmasıyla yavaştan değişmeye başlıyor. Ruby Sam'den hoşlanıyordur ama Sam'de ki bir takım farklılıklar da gözüne çarpmaktadır. Filmin sürprizli gidişatı yüzünden konusundan ve içeriğinden bu kadar bahsetmek yeter. Brad Anderson ilk filminde bahsettiği konuların üzerinden gitmeye devam ediyordu bu filmiyle ama olabilecek en orjinal şekliyle...

İlk iki filminden sonra gerilim türüne geçiş yapmıştı Anderson. Sırasıyla Session 9, The Machinist ve Transsiberian filmleri gerilim sinemasının günümüzdeki en önemli filmlerinden oldular. Özellikle Session 9 ve Machinist konu benzerliği yönünden de yönetmenin içeriğe ne kadar hakim olduğunu gösteriyordu. Filmlerinde hep normal insanların hayatını anlatan yönetmen, bu sefer hayatın bir şekilde çelme taktığı insanları ele alıyordu. Belediye binasına çevrilecek olan akıl hastanesinin bakım-onarım işlerini bir şekilde almayı başaran grup, iş sırasında hem akıl hastanesiyle alakalı hem de kendileriyle alakalı sırları istemeseler de öğrenmek zorunda kalacaklardı. Gayet basit görünen bir konuyu bir kaç sinemasal numarayla ilgi çekici hale getiren yönetmen, iki-üç tane tür adına önemli sahnelere imza atmasına rağmen Session 9'ın kendisinin en zayıf filmi olarak değerlendirilmesine engel olamamıştı. Belki yönetmenin en zayıf filmiydi ama eleştirmenlerden olumlu eleştiriler almıştı ve yönetmenin gerilim sinemasına girişine iyi bir temel olmuştu Session 9. The Machinist ise sinema çevresince yönetmenin en çok sevilen filmi olmayı başardı. Psikolojik unsurları önceki filmindeki gibi bolca kullanan yönetmene rolü için büyük bir fedakarlıkla 30 küsur kilo veren Christian Bale'in ürküten performansı da eklenince vaat edildiği gibi " rahatsız " bir film ortaya çıkmıştı. Senaryonun ince ince işlenerek ilerlemesiyle izleyicinin ilgisi ayakta tutulmuş. Film kurgusunun sahip olduğu sürprizlerden ötürü içeriğe çok girmek istemiyorum ama şöyle söylenebilir, izleyeni ters-sinemasal ataklarıyla şaşırtacak bir film The Machinist...

Anderson son filmi içinde çok özel şeyler düşünmüştü. Çin'den Sibirya'yı yararak Rusya'ya varan Trans-Siberia ekspresi sadece kendi başına bir gerilim filmi malzemesi. Gerilim filmi için gayet elverişli olan bu konuyu işleyen Anderson olunca son yılların en klas gerilim filmlerinden biri ortaya çıkıyor haliyle. Ben Kingsley'nin artık üstüne yapışmış olan o ürkütücü kötü adam hali, filmde Emily Mortimer ve Woody Harrelson çiftinin karşılaştığı tek olumsuz şey değil elbette. Yan rollerdeki incelikli oyunculuklarda filmin geren atmosferine katkı sağlıyor... Bu üç gerilim filmiyle türün inceliklerini çözdükten sonra türe katkı yapmaya da başlayan yönetmen kariyerinin en dolu günlerini yaşıyor. 3'ü gerilim, 1'i müzikal olmak üzere 4 tane filminin prodüksiyonu sürüyor Anderson'ın. Gerilim filmlerine yönetmen arayan yapımcıların ilk başvurduğu yönetmenler arasına giren yönetmen, ilerleyen zamanlarda gizlendiği bağımsız film yönetmeni kimliğinden çıkarak daha büyük kitlelere hitap edeceğe benziyor.

Bir sonra ki köşede kalmış yönetmen konuğumuz: Paul Thomas Anderson...


15 Ağustos 2010 Pazar

Feist the Pure Lady

(500) Days of Summer geçen sene vizyona girdiğinde kaliteli oyuncu seçimleri, ilginç kurgu sistemi ve müzikleriyle romantizm ağırlıklı filmlere yeni bir soluk getirmişti. Bugün bahsedeceğim filmin o iyi müziklerine katkıda bulunan bir isim: Feist... Filmin soundtrack'leri sayesinde adını öğrendiğim isimlerden biri oldu Feist tıpkı Regina Spektor, Carla Bruni (Sarkozy'nin eşi), The Smiths'i farkettiğim gibi. Şimdiden söyleyeyim Feist ismi, Fayst şeklinde okunuyor, yeni bir Kuyt vakasına ( bkz. Köeöyt ) daha gerek yok...

90'ların ikinci yarısında müzik çalışmalarına başlayan Kanada doğumlu Feist, Toronto çevresindeki müzisyenlerin katkılarıyla oluşan Broken Social Scene'de kendini gösterme fırsatı buldu. Aynı sene yani 99'da ilk kişisel albümü olan Monarch'ı çıkardı. Kişisel dediğime bakmayın aslında Feist'ın arkasında çok enstrümanlı bir orkestra bulunuyor. Bu orkestra özellikle ilk albümde kendini hayli hissettiriyor. Her biri işinin ehli olduğu belli olan grup üyelerinin de katkılarıyla ilk olarak Kanada'da duyulmaya başlıyor Feist. İkinci albüm çalışmalarını ağırdan alarak gerçekleştiren Feist, 2004'te Let it Die ile ilk albümün izinden gidiyordu tarz olarak. Bu albümden sonra Amerika kıtasında turnelere başlayan isim, 2007'de The Reminder albümüyle adeta çığır açıyordu. Biraz daha hareketlenen müzikal yapısıyla Feist, Avrupa'da da hatırı sayılır bir hayran kitlesine sahip oluyordu.

Şarkıların arka planındaki farklı enstrüman ritmlerini sevenler Feist'ın ilk albümü Monarch kesinlikle dinlemeliler. Arkadaki ritmlerin hiç biri yadırganmamakla beraber bu dokunuşlar şarkının kimliğinin oluşumuna da büyük katkı sağlıyor. Özellikle keman ve klavye notaları her insanın sahip olmak isteyeceği müzikal bir huzur limanı yaratıyor. Bu albümden favori parçalarım: One Year A.D, Monarch, New Torch... Let it Die albümü de ilk albüm gibi arka plan müziklerine önem veriyor; tek farkı nispeten daha hareketli parçalar. Gatekeeper, Mushaboom, Inside and Out, Lonely Lonely ve When i Was a Young Girl şarkıları en çok dinlediklerim arasında. Feist'ın farklı bir tarz benimsediği The Reminder albümü, aynı müzikal yapıyı tempolaştırarak şarkıcıyı daha çok kişiye tanıtmayı amaçlıyor ki öyle de oluyor zaten. So Sorry, I Feel it All, Sea Lion Woman, My Moon My Man, 1234, Honey albümün en önemli şarkıları denebilir.

Feist şu sıralar müzik hayatına ara vermiş bulunuyor. Son yıllardaki ilgiden sıkılan sanatçı, kulaklığını takıp sadece müzik dinlediği günlere geri dönmek istediğini söylemişti. Güzel sanatçı ne zaman müziğe geri döner bilinmez ama umudumuz bir an önce dönmesi yönünde...


12 Ağustos 2010 Perşembe

Gossip Girl & Küçük Sırlar


Yakın zamanda Türk televizyonlarına düşen yeni bir dizi var: Küçük Sırlar... Yine yakın zamanda herkesin fark ettiği ufak bir detay var: O da, Küçük Sırların Türk insanını aptal yerine koyabilecek düzeyde bir Gossip Girl çakması olduğu...

O.C ve Chuck'ın yaratıcısı fırsatçı Josh Schwartz'ın eseri Gossip Girl, geçtiğimiz yıllarda özellikle genç Amerikalılar arasında tutmuş ve devam sezonları ilgiyle izlenen bir dizi olmuştu. Türkiye'de de hayli bir hayran kitlesi barındırıyor dizi. Aslında Türk insanı dizinin konusuna ve konseptine hiçte yabancı değil. Yeşilçamda işlendiğinde dalga geçtiğimiz bir konsepti, elin Amerikalısı yapınca " cool " diyerek izliyoruz diye düşünmüştüm diziyi ilk gördüğümde. New York'un o ünlü, sosyetik doğu yakasını anlatan dizinin ilk sezonlardaki olayı zengin kızıyla ona göre fakir sayılabilecek çocuğun arasında yaşananlar. ( New York'ta eli ayağı düzgün bir dairede yaşayana da direk fakir denmez o yüzden böle bir tabir kullandım ). Yan hikayelerde de zenginliğin getirdiği küstahlığı, savurganlığı Manhattan arka planlı işleyen dizi, karakterlerini de bu duruma göre oluşturuyor tabi ki. Karakterlerin tamamı ya birbirine tezgah kurup milleti alaşağı etmeye çalışan tipler ya da New York'un orta tabakasından zenginliğe terfi etmek isteyen kişilerden oluşuyor. Anlayacağınız dizi kah bunların aşklarıyla kah birbirilerine oynadıkları oyunlarla devam ediyor. Ama her ne hikmetse o kadar oyunlara rağmen arkadaş kalıyorlar. Gossip Girl bu ve buna benzer çelişkilerle devam ediyor. Ama şimdi bizim başımızda daha beter çelişkileri yaşayan bir dizi var yukarıda da belirttiğim üzere.

Millet olarak konuya yabancılık çekmediğimizi söylerken Gossip Girl'le ilgili ilk düşüncemi söylemiştim. Ama şimdi öyle bir dizi yapmış ki adamlar, diyorum Gossip Girl iyimiş be. Küçük Sırlar bizim yıllar öncesinden çok iyi bildiğimiz bir konuyu Gossip Girl'den kopyala-yapıştır yaparak büyük bir hataya düşüyor, gerçeği yansıtmıyor, yapmacık duruyor. Marlboro'nun tütününün Türkiyeden Amerikaya gönderilip sigaranın bize ithal olarak gelmesi gibi bir şey bu da. Dizinin inandırıcılığı o kadar düşük ki yer yer saçmalıklarına gülebilirsiniz. Amerika ile Türkiye arasındaki sosyo-kültürel düzeyin farkına varamamış dizi yapımcıları anlaşılan. Öyle ki liseye giden herkesin arabası var ve en düşük model BMW. Yine aynı lisedeki kızların alışverişi on milyarlar tutuyor. Bunun gibi ülkemizde ender bulunan imkanların sanki ülkenin yarısında bulunuyormuş gibi sunulması üzüntü verici ve düşündürücü. Aşk-ı Memnu'nun açtığı yolu daha da genişleterek ilerliyor Küçük Sırlar anlayacağınız. Dizinin eksileri sadece mantıksal yönden değil, o kadar çok teknik eksiklik var ki okul piyesinde olmaz böyle aksaklıklar.

İşin senaryo kısmı ise ayrı acı verici. Ülkemizde hiç mi yaratıcı adam yok da gidip dünyaca ünlü dizinin bölümlerini kopyala yapıştır yapıyorsunuz! Karakterler çok ufak detaylar dışında birebir aynı! Hatta başrol oyuncularının benzerliği şaşırtıcı düzeyde... Küçük Sırlar muhtemelen iyi bir reyting yakalayıp televizyon hayatına devam edecektir çünkü artık ülkemizin insanları da o " Amerikan Rüyasını " yaşamak istiyor, Amerikalıların o rüyayı ne kadar yaşadıklarını düşünürsek anlaşılan bizi zorlu bir kültür çatışması bekliyor olacak ilerleyen yıllarda...

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Bir Dönemin Başlangıcı: INCEPTION


Daha açıklandığında heyecanlanmıştık, konusunu duyup fragmanını gördüğümüzde ise tam anlamıyla kudurduk. Beklediğimiz oldu; iki haftalık gecikmeyle sinemalarımıza ulaştı Inception. Bu kadar heyecanlanmamızın en büyük sebebi yönetmen koltuğunda Christopher Nolan'ın olmasıydı tabi ki. Filmlerine senaryo anlamında da katkıda bulunan Christopher Nolan, daha çok kardeşi Jonathan Nolan'ın kaleminden destek alıyordu. Inception, Christopher Nolan'ın senaryosu direkt olarak kendisine ait olan 2. filmi. Böyle bir senaryonun 16 yaşında aklına geldiğini söyleyen Nolan Ustamız, 10 sene öncesine kadar bu fikri kağıda dökememiş. İlk uzun metrajlı filmini çektikten sonra Inception'ın senaryosuna çalışmaya başlasa da araya hep farklı işler girmiş. Bu nedenlerle, Nolan'ın " ilk aklıma düşen filmim " diyeceği Inception'ı tamamlaması 2010 yılını bulmuş.

Nolan, film şirketinin amblemini labirent şeklinde yaparken bunu düşüncesizce yapmamıştı tabi ki. Küçüklüğünden beri labirentlere ilgisi olan Nolan, ilk defa bu tutkusunu böyle bir düzeyde bir filminde kullanabilme imkanı bulmuştu. Gençliğinde insomnia rahatsızlığından muzdarip olan yönetmen bu yönünü yine bir filminde kullanmış, hatta filmin adını " Insomnia " koymuştu. Yani yönetmenin kendi hayatından parçaları filmlerine yansıtmasına alışık olduğumuzdan Inception'ın rüya sekanslarının mimari görüntüsünün nedenini anlıyoruz hemen. Sadece bunlar değil Nolan'ın Inception'da kullandıkları. Hayatı boyunca psikanaliz yöntemini ilginç bulan Nolan, kendi kurduğu rüya sisteminde bu yöntemi de kullanma fırsatını buluyor. Özellikle filmin ikinci kısmında, tıpkı Matrix'te ki gibi gerçeklik olgusunu da sorgulayan Nolan, realite ile ilgili tüm teorilerini Marion Cotillard'ın oynadığı Mal karakteri üzerinden veriyor. Inception'da rüya konusunda çok ilginç saptamalarda bulunan Nolan şöyle diyordu film çekimlerinde: " Rüyaların her zaman insanın asıl gerçekliği olduğunu düşünmüşümdür, bir fikir rüyanızda belirirse eğer onu unutmanız imkansızlaşır çünkü bilincinize yerleşmiştir o artık. " Bu fikri filmde repliklerine de yansıtan Nolan, yaşadığı süre boyunca rüyalar hakkında çok düşünmüşe benziyor.

Biraz da işin teknik kısımlarından bahsedelim. Nolan'ın Inception'ının bu kadar sükse yapmasının en büyük nedeni olağanüstü kurgusu. Zaten senaryo anlamında normal bir filmin 3-4 katı zorluğunda bir konuyu hatasız olarak aktarma çabası takdire şayan olan Nolan, yetmiyormuş gibi bir de " fikir ekme " görevi kısmındaki müthiş kurgu becerisiyle bizi nakavt ediyor. Film, sırf bahsettiğim " fikir ekme " kısmındaki kurguyu görmek için izlenmeli. " İyi filmlerin iyi müzikleri olur " sözünü adeta onaylayarak her el attığı filmi daha da güzelleştiren Hans Zimmer'in filmin atmosferine etkisi çok büyük. Hans Zimmer doğru tercih olmuş. Oyuncu seçimleri de dört dörtlük. Di Caprio ne kadar önemli bir oyuncu olduğunu son iki filmiyle göstermiş oluyor. Yine de Inception'ın en iyi performansını sergileyen isim; başarılı karakter oyunculuklarıyla ünlü Joseph Gordon Lewitt oluyor. Oyuncu Arthur rolüne tam anlamıyla yapışıyor ve Nolan'ın kalemiyle de son yılların en önemli dövüş sekansına imza atıyor... Tabi bu kadar olağanüstü işlerin arasında eksileri de yok değil Inception'ın. Fikir hırsızlığını anlattığı aşamada hızlı ve dil anlamında ağır diyaloglar kullanan Nolan, kardeşi Jonathan Nolan'ın usta diyaloglarını arar gibi olmuş. Özellikle karlı bölümlerde film; o süreye kadar yaşamadığı çelişkileri yaşıyor, bir kaç anlamsız diyaloglara giriyor, Ellen Page'in oynadığı Ariadne karakterini anlamsız kılıyor. Son bölümlerde ki CGI efektleri ise iyice kendini belli etmiş. Ama bu eksileri bu kadar ağır bir senaryo altında kabul edilebilir hatalar olarak sayabiliriz; tıpkı Matrix'in yaşadığı çekim hatalarında yaptığımız gibi...

Nolan filmini yine normal bir şekilde bitirmiyor ve insanlara yorum şansı tanıyor. Nolan'ın ustaca tercihi diyebiliriz buna. Fark ettiyseniz filmin konusundan direkt olarak bahsetmedim çünkü Inception o kadar basit bir film değil. Nolan zekasıyla bu kadar büyük bir senaryoyu öyle bir şekilde kotarmış ki her ayrıntısı filme bir şeyler katıyor. Bu yüzden ne yapın edin Inception'ı sinemada izleyin. Hatta sağlıklı bir okuma için ikinci izlenimde şart gibi duruyor. Di Caprio'nun oynadığı Cobb'un dediği gibi " En dayanıklı parazit nedir? Bakteri mi yoksa virüs mü? Hayır, bir fikir... " Nolan, Inception'ı birden çok kere izlememiz gerektiği fikrini beynimize " ekmişe " benziyor...